Friday, April 30, 2010

Fotoğraflı Cumalar/ Photography Fridays-Gregory Crewdson


Alacakaranlığın fotoğrafçısı (filmin değil, sakın yanlış anlaşılmasın) Gregory Crewdson'a daha önce de gönderme yapmıştım, 'Fotoğraflı Cumalar'ın bu haftasında fotoğraflarına daha bir alıcı gözle bakmanın zamanı geldi artık.

 I referenced to Gregory Crewdson, the photographer of Twilight (not the film, don't get me wrong) before, and now is the time to take a closer look to his work in this week's 'Photography Fridays'.

1962 doğumlu Amerikalı fotoğrafçı, gençlik yıllarını New York'ta ünlenen power pop (wikipedia'ya göre punk rock, grubun kendisine göre power pop) grubu 'The Speedies'le geçirmiş, hatta hit parçalarının adı da 'Let Me Take Your Photo' imiş. Daha sonra üniversitede fotoğraf okuyup fotoğrafçılığa geçiş yapan Crewdson, New York'un en gözde galerinde sergilenen ve Yale'de ders veren ama punk'lığından da ödün vermeyen şahsına münasır bir fotoğrafçı. ('Let Me Take Your Photo videosu: Crewdson en sağdaki kırmızı t-shirtlü gitarist)

American photographer born in 1962 spent his youth in a Power Pop band (punk&rock if you ask wikipedia, but the band puts it as Power Pop) 'The Speedies' which was very famous in the New York Scene, and their hit single is 'Let me Take Your Photo'. He, then studied photography in college, now even though his works exhibit in the best galleries in NY and he teaches at Yale, he still is the same punk kid. (He is the guitarist in red t-shirt in the video of 'Let Me Take Your Photo' at the most right part)

Fotoğraflarını hep gün doğumundan önce, alacakaranlıkta çeken Crewdson, Amerika banliyösünde sinematografik setler kurarak (daha doğrusu gerçek mekanlara objeler/araçlar ekleyerek demeliyim) ve alacakaranlığın ışığını, çevrenin yapay ışıklarını (sokak lambası vs.) abarttarak gergin bir ortam yaratıyor.

Crewdson always shoots his photos at twilight before dawn, puts mise-en-scene in the generic American suburbs and use artificial lights from the surroundings (street lamps and such) with the twilight to create an anxious mood.

Ben Berlin'de fotoğraf eleştirisi ve tarihi dersi alırken, 1 hafta sadece bu adamın alttaki fotoğrafını tartışmıştık. Fotoğraflar, ilk bakışta elle tutulamayan ama yapay gelen özelliklere sahip. Bu da görende bir gerginlik yaratılmasına sebep oluyor. Biraz örneklerle gidecek olursak (bu hafta daha akademik bir yazı yazmaya karar verdim de):

When I took a photography critic and history class in Berlin, we spent the whole session in discussing this piece below. The photos have artificial or out of place objects that you cannot identify at first glance. This causes the anxiety in the viewer. If we may go with examples a little bit (yes, I'm in my academic mood this week):




Bu fotoğrafa büyütüp de bakacağız, ama daha ilk bakışta garip gelen bir şeyler var değil mi? Öncelikle göze çarpan şey gökyüzünün aydınlanması tabii ki. Açıkçası bu fotoğraf gün doğumunda mı çekilmiş, yoksa sadece puslu bir hava mı var, başta anlaması güç. Ama sokak lambalarının yanık olması bize gün doğumu olduğunu işaret ediyor. Bu ışıklandırmanın ötesinde, bu fotoğrafta gerilim yaratan ana öğe, sokağın tüm ışıklarının (dükkanların ışıkları dahil) yanık olmasına rağmen etrafta kimse olmaması. Bana bu fotoğraf hep sanki o sokak insan doluymuş ve birden buharlaşıp uçmuşlar (ya da belki uzaylılar kaçırmış?) izlenimi veriyor. İşte Crewdson'ın fotoğraflarının sırrı bu, yarattığı mise-en-scene'le aklınıza bir sürü soru geliyor, ama fotoğraflarda bunun cevabını kesin olarak vermiyor.

We'll also look at the close-up to this photo, but doesn't it have a weird vibe at the first look? The first thing we grip is the lighting of the sky. At first, it's hard to figure out when the photo was taken; at twilight, or another part of the day when it is foggy. But the fact that the street lamps are lit makes us figure out that it's night, not day. Beyond from the sky, the main element that causes tension, is the fact that there is nobody around, even tough all the lamps of the stores are lit. This photo always makes me feel like, 5 minutes ago, the street was full of people, but the people suddenly disappeared (or maybe kidnapped by aliens?). This is the secret behind Crewdson's photos, with the mise-en-scene that he creates, there are many questions popping out in your mind, but the photo itself doesn't really answer them.



Şimdi fotoğrafa yakından bakalım. Fotoğrafın ana öğesi, geniş sokakta, fotoğrafın tam ortasında duran araba. Fotoğrafın asıl versiyonunda tam da belli olmuyor, ama arabanın sürücü kapısı açık ve içeride bir kadın oturuyor. Kadının yüz ifadesi belli değil, ama sanki orada biri varmış gibi sürücü koltuğuna bakıyor. Arabadan gelen ışık da, yapay ışık öğesi olarak dikkati çekiyor. Farkındaysanız hem araba içinden gelen sarı ışık, hem de stop lambalarından gelen kırmızı ışık var. İlk başta hiç fark etmediğimiz halde (ya da en azından ben fark etmedim) işte bu unsur bende insanların buharlaştığı etkisini yaratıyor.

Let's have a closer look. The main object in the photo is the car parked in the middle of a large street, just at the center of the photo. You can't really tell just looking at the whole photo, but the driver door of the car is open and there is a woman sitting in the passenger seat. We cannot really tell her facial expression, but she is looking at the driver seat, like there is someone there. The light coming from the car also draw our attention as an artificial light source. If you pay attention, there are two lights coming from the car; the yellow light coming inside of the car, and the red light coming from the stop lights. This car that you don't fully notice at first glance (at least I didn't) is the element of tension in the photo.




Bir başka fotoğrafına bakalım. Bu fotoğrafın hikayesi daha belliymiş gibi gözüküyor. Bir adam gece ormanın ortasında birşeyler gömüyor. Ama gerçketen öyle mi? Dikkatle bakarsanız adamın bir bavulu açmak üzere olduğunu görüyoruz. Başka bavullar da etrafa saçılmış. Sizce gömeceği bavulları niye bu kadar uzağa dağıtmış? Belki de onları çukurdan çıkarmış, yani bir şey gömmüyor da bir şey arıyor. Bir de arkada sağdan gelen mavi ışığa dikkat çekmek istiyorum. Gregory Crewdson bunu da çok kullanıyor. Sizce o ışık nereden geliyor olabilir? Sinemada bu tarz ışıkların kaynağının bilinmesi gerekir, yoksa izleyiciyi gerip, klasik sinemanın yaratmak istediği sinema illüzyonundan çıkarabilirler. İşte Crewdson sinemanın bu öğelerini kullandığı ve bu kuralları çiğnediği için bu kadar sinematografik bir fotoğrafçı zaten.

Let's look to another example. This one seems to have a clearer story. A man is digging something in the middle of the forest at night. Or is it? If you look closely, you see that the man is about to open one of the luggages. Other suitcases are spread around him. Why do you think would he scatter the suitcases that he would bury so far from him? Maybe, he is just pull them out of the pit, so he doesn't bury things, but is looking for something. I also want to draw your attention to the strong blue light coming from behind. Gregory Crewdson uses this type of lighting a lot. Where do you think this light is coming from? What is the source? In cinema, the director must give the source of lights like that (artificial lights), otherwise they can draw the attention of the viewers and shatter the cinematic illusion that classic films (Hollywood and such) wants to create. This is why Gregory Crewdson is such a cinematographic photographer.




Fotoğraf küçük kusura bakmayın, ama konuyu anlıyorsunuz. Bir evin bahçesinde karavanda çıplak bir kadın var, ve bir çocuk ona bakıyor. Hadi gelin buna bir hikaye yazalım. Zor değil mi? Bu fotoğrafın en sevdiğim yanı ise, alt bölümün tamamen su birikintisindeki yansımadan oluşması. Ben dijital olarak oraya konduğunu düşünüyorum, çünkü renkler de şekiller de çok belirgin, ama emin değilim.

Sorry for the size of this photo, but you get the point I hope. There is a naked woman standing in a trailer parked in the garden of a house and a boy is looking to her. Let's try to write a story of this photo. Hard, isn't it? My favorite part of this photo is the reflection on the water at the lower section of the photo. I think that it's placed digitally, because the colors and shapes of the reflection is so intact, but I'm not sure.

Gelelim Twilight serisine, bu serinin hikayeleri daha belirgin ve bizi neden gerdiğini daha kolay anlayabiliyoruz. Başlayalım:

His Twilight series, have more specific stories and we can figure out more easily why and how they create tension and anxiety. Let's begin:











Son fotoğraftaki ışık tam da size bahsettiğim şey işte. Hem yapay, hem de nereden geldiği belirsiz. Bana hep uzaylıları hatırlatıyor bu mavi renkte ışıklar.

The blue light in the last photo is just what I keep telling you about. It's both artificial and you cannot tell where it comes from. These blue lights always remind me of aliens, I tell you.

Ve Twilight serisinin en tırstığım fotoğrafı:

And the photo that scares me most from the Twilight series:



Son olarak alttaki fotoğrafta çiçeklerin tüm güzelliğine rağmen kadının ifadesine, çiçeklerin abesliğine, ve mavi ışığa dikkat. Ve son bir soru, o mavi ışık ön cepheden sağdan gelen ay ışığı diyelim (o kadar parlak ay ışığı olmaz ama, hadi oldu diyelim) solda kapıdan gelen ışık ne? Ayrıca dikkat ederseniz, kapının alt kısmında ışığın yuvarlak olduğunu, yani direkt olarak oraya yerleştirilen bir lambadan geldiğini fark edebilirsiniz. Ben yine çocukluğunu X-Files'la geçirmiş bir insan olarak uzaylılar diyorum...
 
Last of all, despise the gorgeousness of the flowers, look at her expression, the fact that it's so absurd to have a flower patch inside a house and to the blue light. A last question: even if we consider the blue light coming from the front of the house from the right as moonlight (the moonlight cannot be this bright, but let's say that it is) what is the light coming from the left door? And if you pay attention, you can see that the light coming from the door is round, so it's coming from a direct source (lamp). I say aliens again as a person who spent her childhood with X-Files.


Bu yazı bayağı uzadı, bitirme zamanı geldi. Son olarak, tahmin edeceğiniz üzere, bu fotoğraflarının tümünün Amerika banliyösünün yapaylığını ortaya serdiğini, ne kadar bariz de olsa, söylemeden geçemeyeceğim. Amerikan Rüyası'nı yermek için çok güzel bir yöntem değil mi?
 
This post is very long and it's time for it to end. Last of all, as you can imagine, the photos all portray the artificialness of the American suburb, and even though it is obvious, they meant they meant to criticize the American life. Isn't it a wonderful way to criticize the American Dream?

©Bütün fotoğraflar Gregory Crewdson'a, tüm yorumlar bana aittir!
©All the photography belongs to Gregory Crewdson and all the commentary belongs to me!

Thursday, April 29, 2010

Kartpostal Blogum/ My Postcard Blog



Dün bir arkadaşın sorduğu soru üzerine buradan tekrar bu ikinci blogum nedir, ne işe yarar onu anlatayım dedim.

After a friend asked me yesterday, I wanted to clear what my second blog is about.


Rome

Efendim, ben çok küçüklüğümden beri içimde yaşayan yaşlı teyzenin (içimde yaşlı bir teyze yaşıyor bu arada, böyle nostalji tutkum, eski elbise/film vs. merakım hep bu teyzeden kaynaklı) dürtmeleriyle mektup arkadaşlarımla mektuplaşıyorum, bir aralar 20 tane filan vardı, şimdi 5-6 civarında. Neyse, işte böyle dünyadan insanlar bana kartpostal göndere göndere fena büyüklükte olmayan bir koleksiyonum oluştu. Bir kaç yıldır da postcrossing adında süper bir projeye dahil oldum. Kısaca anlatmak gerekirse, postcrossing'e üye olunca size kartpostal göndermeniz için sistem rastgele adresler yolluyor, sizin yolladığınız kartlar sahiplerine ulaşınca da, size rastgele biri bir kart yolluyor, böylece dünyanın hiç gitmediğiniz yerlerinden kartlarınız oluyor. Bunu daha önce yazdığımda, Aslı'nın da aklını çelmiştim, bakalım bu sefer birinin daha çelebilecek miyim? (Bugün de Aslı'ya verdiğim bu ikinci link, bak reklamını yapıyorum kız, haberin olsun:))


Kyoto

Since I was a little girl, an old lady lives in me (she really do, that's why I love old clothes/films etc.), so with the demands of this lady, I've been snail mailing since I first learned French which is when I was 12 I guess. I had more than 20 penpals at the time, now it's only 5 or 6. But anyway, penpalling all these years from people all around the world got me a large postcard collection. And for some years, I'm in a super-duper project called postcrossing. To tell you shortly about it; when you register to the site, it gives you adresses to send postcards too, when the recipient gets the card, the system gives your adress by random, so you will have a postcard somewhere around the world. When I first write about the site, I managed to recruit Aslı, let's see if I'll have anyone interested with this post too?


Postcards Exchange


Neyse efendim şu anda 26 ülkeden 241 adet kart barındıran koleksiyonumu tarayıp bu bloga koydum. Bu blog kadar sık güncellenmiyor, ne zaman yeni bir kart geçerse o zaman işte....

So, anyway, I scanned and put my postcard collection in this blog which is 241 cards from 26 countries so far. The blog is not updated as regularly as this, whenever I get a new card, I put it there.... So take a look if you feel like it.


Sydney

Brooklyn Funk Essentials

Bu yazının oluşma hikayesi biraz uzun. Şimdi Aslı'nın futbol blogunda Shakira ablamızın Dünya Kupası şarkısını ifşa etmesiyle birlikte, bu öğleden sonram önce Shakira abla, sonra Manu Chaou gibi ezgiler ve çılgınca dans etmekle geçti. Sonra birden listeden bir Brooklyn Funk Essentials şarkısı çıktı ve tabii ki ben yine açıp 'I Got Cash'i dinlemeye başladım.

This post has a long story to why I write it. When Aslı putting in her blog the new World Cup song by Shakira, my afternoon was full of Shakira and dancing, Manu Chaou followed Shakira in my play list and then came Brooklyn Funk Essentials, and as always I started to listen to 'I Got Cash' as always.
 
Bu şarkıya takıklığım da gruba takıklığım da uzun yıllardır devam ediyor. Brooklyn Funk Essentials'ı çoğumuz gibi Laço Tayfa'yla yaptığı doğu-batı sentezi tadındaki In the Buzzbag'le tanıdım, ama kendi şarkıları da bunları aratmıyor, kısa zamanda sıkı bir dinleyicisi haline geldim. 1993 yılında kurulan grup jazzla, funk, hip-hop gibi müzik türlerini karıştırıyor ve çok iyi yapıyor. Bir de grubun bünyesinde 20 küsür değişik müzik türlerinden gelen müzisyen olduğunu da düşünürsek, grubun nasıl bu kadar zengin bir müzik icra ettiğini anlayabiliyoruz.

It's been long years since I started to follow this song and this band. As most of the Turks do, I learned about them with their album 'In the Buzzbag' which is a fusion of jazz and Turkish folk music, but their other albums is at least that good and I became a strong follower ever since. The band founded in 1993 mixes jazz, funk and hip-hop and does it very well. And since the band has 20+ musicians from different music genres, we can grasp how rich their music is.

Gelelim 'I Got Cash'e. Şarkı, grubun sinir olduğu herşeye çemkirme şarkısı, bu yüzden ben de sinir olduğum şeylere çemkirmek istediğimde oturup bunu dinliyor ve kimse o kızdıklarım onların yüzüne şöyle sıkı bir şamar atmışım gibi rahatlıyabiliyorum. Türkçe'ye çevirmeye çalışacağım sözleri, ama yarısı küfür olduğu için çeviride anlam kaybını engellemenin yolu yok. Ben en çok ülkemin liboşları, sözde entelleri ve son zamanda moda olan muhalif olmak için bilmedikleri anlamadıkları şeylerin yanına geçen ve her iki gruba da dahil (hem liboş hem özenti entel) denyolara yolluyorum. Daha önce içimden yolluyordum, şimdi blogumdan da yolluyorum:)

For the 'I Got Cash'. The song is the band's cursing to everything they hate, so I sing it for almost everything I hate and I feel like I smack them good in their faces, so it's kind of a therapy. 

!!!! Brooklyn Funk Essentials amcalar bu şarkıda hiçbir sansür uygulamadan ana avrat düz gidiyorlar, ben de Türkçe çevirirken ana avrat düz gidiyorum, işinize gelmezse okumayın!!!!

!!!The song is full of curses and strong language, so if you have sensibilities, be aware!!!!

I got cash in fuck you quantities
Know what?
That makes you uncomfortable?
Fuck you and the Range Rover you drove in on

Fuck your Saab convertable

And fuck your twice weekly trips to the analyst
Stupid mutha fuck

Fuck the Hamptons

The fly infested south of France
I'm paid asshole,
I got more cash than God can count
so why don't you just.... die?

Choke to death on your damn designer bagel from Balducci's

Low cholesterol, naturally

Fuck your big ol' Sunday New York Times

Fuck the Wall Street Journal
And News Week
And the lot
Including Nation, Village Voice, Guardian and the rest
Stupid set of priviliged mutha fuckers
Think its fashionable to have an alternative view

An alternative view


And fuck, if you can

Your pencil thin, Evian drinking, calorie counting, caffiene limiting, sodium spearing, nutrasweet sweetening, read view mirror preening, carrot nibbling bunny

Go drown in a lake of Diet Coke, fucker


I got cash, what else matters?


I got cash


Slave


Fuck your fencing and screw your squash,

Piss on your Paulo and your Pavarotti,
Fuck all that shit you call music and pretend to enjoy

I got cash,

Mega cash,
I'm happy with that,
Oh go and sit on your ski rug,
Money talks you little pussy,

You let your politically correct pals know,

That i think you're a dick also,
You dirty asshole

And your idea of multiculturalism

Japanese resturant on Monday,
Indian on tuesday,
And on Wednesday, Caribbean,
Not to spicy please

Well

I got stash on stash and it ain't novo cash.
Moneys in my family for generations,
My great great great grandfather made the bag,
Selling European slaves in Africa

I got cash mutha fuckah,

And you can't tell whether or not I'm joking, can you?
Dumb fuck. 



Siktiğim kadar param var (bu I got cash in fuck you quantities'i nasıl çeviriyim bilemedim)
Biliyor musun?
Bu seni rahatsız mı ediyor?
Seni de sürdüğün Range Rover'ını da sikeyim!

Üstü açık Saab'ını sikiyim
Ve haftada iki kez yaptığın terapilerini sikeyim,
Beyinsiz orospu çocuğu 

Hampstons'ı sikeyim
Sivrisinek dolu Fransa'nın güneyini
Benim param var göt,
Tanrı'nın bile sayamayacağı kadar çok param var
O zaman sen de... öl?

Balducci'den özel tasarım bagel'ınla boğul
Tabii ki düşük kolestrollü


Aziz Pazar günü New York Times'ını sikeyim
Wall Street Journal'ı sikeyim
Ve News Week'i
Ve topunu,
Nation, Village Voice, Guardian ve gerisi de dahil
İmtiyazlı orospu çocuğu sürüsü,
Alternatif bir görüşün moda olduğuna inanan

Alternatif bir görüş

Ve eğer becerebilirsen,
Git kalem kadar ince, Evian içen, kalori hesabı yapan,kafeinini sınırlandıran, sodyumunu azaltan, yapay şeker kullanan, dikiz aynasında kendine çeki düzen veren, havuç kemiren tavşanını becer

Git bir Diyet Kola gölünde boğul, orospu çocuğu


Param var,
Mega param var,
Bundan memnnun
Ah, git ve hayvan postuna otur,
Para konuşur amcık,

Git politik doğrucu arkadaşlarına söyle,
Bence sen de bir siksin,
Pis göt.


Ve sana göre mültikültürellik
Pazartesi günü Japon restoranı,
Salı Hint,
Ve Çarşamba Karayip,
Ama çok baharatlı olmasın lütfen

İyi o zaman
Benim zula üstüne zula param var ve yeni para değil,
Para nesilleridir ailemde,
Büyük büyük büyük dedem,
Afrika'ya Avrupalı köleler satıp kazanmış

Benim param var orospu çocuğu
Ve dalga mı geçiyorum emin olamıyorsun, değil mi?
Angut sik.


***Gördüğünüz gibi Türkçe'ye direkt çevirme çalışması çok komik oluyor, bunu anlamı aynı olacak şekilde uyarlamak gerekiyor ancak, ona da üşendim, ana fikri kaptınız ama değil mi?





Brooklyn Funk Essentials'la ilgili bir şey yazıp 'In the Buzzbag'deki şarkılara değinmeden edemem, edemedim. İşte bize dağlı diyen 'Istanbul Twilight', klibi çok turist ama n'apalım....

I couldn't possibly write a post about Brooklyn Funk Essentials and leave the songs from 'In the Buzzbag' out. So here is 'Istanbul Twilight' which has a very crappy tourist-like video:



Bu albümde 'Magick Carpet Ride'da hem aslını, hem de Brooklyn versiyonunu çok sevdiğim bir parça, ama internette bulamadım. Bu yazıyı albümün en sevdiğim şarkısıyla kapatıyorum:

In this album, I like 'Magick Carpet Ride' (I also like the original) a lot, but I couldn't find it on the net. And here is my favorite song from the album:


Wednesday, April 28, 2010

Müzikli Çarşambalar/ Musical Wednesday- Carla Bruni

Ben uzun zamandır, Carla'cığım Bruni'ciğimi koymamıştım bloga, işte bence en güzel şarkısı:

I didn't put the lovely Carla Bruni in my blog for a long while, so here is my favorite song of her:



Carla Bruni Sarkozy olduktan sonra çıkan bu albüm Fransızları fazlasıyla rahatsız etti, çünkü Bruni'ciğim hemen hemen her şarkıda Sarkozy'le seks hayatına değinmeden geçmiyor. Açıkçası ben de başbakanımızın seks hayatını dinlemek istemezdim. İşte sözler:

This album that she made after being Carla Bruni-Sarkozy disturbed French people a lot, because in almost every song, there are parts describing their sex life with Sarkozy. To tell you the truth, I wouldn't want to listen to my Prime Minister's sex life either.

Déranger Les Pierres

Je veux mes yeux dans vos yeux
Je veux ma voix dans votre oreille
Je veux les mains fraiches du vent
Je veux encore le mal d'aimer

Le mal de tout ce qui émerveille
Je veux encore brûler doucement
Marcher à 2 pas du soleil

Et je veux déranger les pierres
Changer le visage de mes nuits
Faire la peau à ton mystère
Et le temps,j'en fais mon affaire

Je veux t'ouvrir dans ma bouche
Je veux tes épaules qui tremblent
Je veux m'échouer tendrement

Sur un paradis perdu
Je veux retrouver mon double
Je veux l'origine du trouble
Je veux caresser l'inconnu

Je veux mourir un dimanche
Au premier frisson du printemps
Sous le grand soleil de satan

Je veux mourir sans frayeur
Mon dieu,dans un sommeil de plomb
Je veux mourir les yeux ouverts
Aller au ciel,comme un mendiant


Taşları yerinden oynatmak

Gözlerimi gözlerininiz içinde istiyorum
Sesimi kulağınızın içinde istiyorum
Rüzgarın taze ellerini istiyorum
Hala sevmenin acısını istiyorum

Hayranlık veren herşeyin acısını
Hala usulca yanmak istiyorum
Güneşin iki adım uzağında yürüyerek 

Ve taşları yerinden oynatmak istiyorum
Gecelerimin yüzünü değiştirmek
Gizeminin tenine ulaşmak
Ve zamanla, skandalımı yaratıyorum  


Seni ağzımda açmak istiyorum
Sarsılan omuzlarını istiyorum
Yavaşça karaya oturmak istiyorum 

Kayıp bir cennette
İkizimi bulmak istiyorum
Belanın kökenini bulmak istiyorum
Bilinmeyeni okşamak istiyorum

Bir pazar günü ölmek istiyorum
İlkbaharın ilk ürepermesinde
Şeytanın büyük güneşinin altında

Korkusuzca ölmek istiyorum
Tanrım, ağır bir uykuda
Gözlerim açık ölmek istiyorum
Bir dilenci gibi, gökyüzüne ulaşmak 

 

Tuesday, April 27, 2010

An Education



Oscar adayı bir gençlik filmi! İngilizce 'coming of age' denen 'yetişkin geçme' merasimi filmler bu güne kadar 'The Graduate' dışında hep gençlik filmi olarak kalmaya mahkum oldu, taa ki 'An Education' gelene kadar, 2009 yapımı bu İngiliz filmi, en iyi oyuncu da dahil 3 dalda Oscar'a aday oldu ve 18 ödül aldı. Peki ama bu kadar hor görülen türde bir film nasıl bu kadar ses getirebilir?

 A teen movie nominated for an Oscar! Except from 'The Graduate', the "coming of age" stories are doomed to stay as teen films, until 'An Education'. This middle-budgeted 2009 Brit film got nominated for 3 awards in the Oscars, including the best actress and got 18 awards. But how can a genre so looked down on can create so much impact?


Öncelikle genç oyuncu Carey Mulligan'ın hakkını vermek lazım, özellikle filmdeki giyim, saçı makyajı yüzünden sanırım yeni Audrey Hepburn olarak adlandırılan bu genç kızımız gerçekten film türünün hakkını vererek film süresince çocukluktan ergenliğe, oradan da yetişkinliğe hızlı adımlarla ilerlerken, hali, tavırları hatta konuşması da onunla birlikte hızla değişiyor. Bir de kız hakikaten çok sevimli! Bir de filmin konusunun 60'ların sözde özgür dünyasında kadınların yerinin nasıl arka sıralarda olduğuna dair mesajlar da filmi sıradan bir yaş alma filminin ötesine taşıyor. 60'ların Paris'ini, modasını, her şeyinin seven bir insan olarak ben filmi çok sevdim. Ama bu kadar önemli ve hakkından söz edilesi bir film mi ona karar veremedim...

First, I must mention the role of young Carey Mulligan in this success, named as the new Audrey Hepburn, especially because of hair and clothes in this film, she plays Jenny who, as the genre suggests, starts as a child and transform herself quickly to a woman, and as she grow quickly, her manners and air changes along with her clothes and hair. And she is really very cute! And the fact that the film carries the second class role of women in the so called free 60's makes the film a little more than just a coming of age drama. As a lover of everything 60's; the hair, the clothes, the style, the music and especially 60's Paris, I liked the film. But I cannot decide if it's that much a deal to tell you the truth...





Bir Audrey Hepburn havası var hakikaten!

She really has the Miss Hepburn air, doesn't she?



Konuya gelince, 60'larda İngiltere'nin bir banliyösünde yaşayan, orta sınıf bir aileden gelme Jenny, babasının kendisine biçtiği hayale uyarak Oxford'a girmeye hazırlanan liseli sıradan bir kızdır. Ama hayallerinde Fransızca 'chanson'lar, klasik müzik konserleri ve istediği kitabı okuyabileceği kadar özgür olmak vardır. Bu özgürlüğe Oxford'da ulaşacağını düşünen Jenny'nin üstüne biçilmiş hayalleri, kendinden yaşça büyük David'le tanışmasıyla değişir. David Jenny'nin ayaklarını, şık elbiseler, klasik müzik konserleri ve Paris seyahatleriyle yerden keser. Ama yıllardır hayalini kurduğu Oxford'u bir anda bir köşeye atan Jenny'nin yeni hayalleri de David'in sırları yüzünden tepe taklak olacaktır.
  
About the synopsis; the middle-class Jenny who lives in a British suburb is an ordinary high school girl who tries to go to Oxford as is the dream that her father choose for her. But her own dreams include French 'chanson's, classical music concerts and as much freedom that she can read the books she wants. The 'pret-a-porter' dreams of Jenny who thinks she can have the freedom in Oxford will change drastically when she mets the older playboy David. David mesmerizes her with fine clothing, classical music concerts, auctions and Paris trips. But as Jenny's years-long dreams of going to Oxford shatters to pieces in an instant, her new set of dreams are in peril because of David's secrets. 


Son olarak, bilmeyebileceğiniz bazı bilgiler; Filmin yönetmeni, daha önce 'Yeni Başlayanlar için İtalyanca'(Italiensk For Begyndere/ Italian For Beginners) ve 'Wilbur Ölmek İstiyor' (Wilbur Wants to Kill Himself) filmlerinden tanıyıp sevdiğimiz Danimarkalı Lone Scherfig. Film ise, İngiliz gazeteci Lynn Barber'ın anılarına dayanıyor.

Lastly, some info you may not know about the film: The director Lone Scherfig's previous films include 'Italian for Beginners (Italiensk For Begyndere' and one of my favorites 'Wilburt Wants to Kill Himself'. And the film is based on the memoirs of British reporter Lynn Barber.

Sonuç: keyifli bir film ve Jenny'nin özellikle saçlarına bayıldım!

Conclusion: Lovely film to watch and I adore Jenny's hair!

Fragman/Trailer:



P.S.: Filmin asıl planlanan ve sonradan kesilen sonunu okumak isteyen ve İngilizcesi olanları şuraya yönlendireyim.

P.S.: Click here to read about the first planned ending and why it was cut.

Muz Sesleri


Evde muz kalmamış, o yüzden kitap buzdolabına girmek zorunda kaldı...

'Muz Sesleri' bildiğiniz üzre Ece Temelkuran'ın ilk romanı. Doğrusu bu kitabı duyduğumdan beri düşünüyorum, bir gazeteciden roman yazarı olur mu, olmaz mı diye. Cevap şu ki, illaki olmaz, yani birinin bir gazetede yazı yazması illa onun roman yazabileceğini göstermez. Ama tarihte çok fazla örneği de var, yani olur mu olur.

Gelelim Ece Temelkuran olmuş mu sorusuna. Öncelikle kitabın konusundan biraz bahsetmek lazım. Ece Temelkuran'ın birkaç yıldır kafayı Ortadoğu, özellikle de Lübnan'a taktığı malumunuz, dolayısıyla kitap için, Lübnan'da, değişik sınıf ve etnik gruplardan insan hikayeleri diyebiliriz. Hikayelerin içinde aşk da var, ama bu kitaba aşk romanı diyenlerin önce ilkokul edebiyat kitaplarını okuyup aşk romanı nedir tekrar anlaması lazım diye düşünüyorum. Esasında kitabın derdi, insan hikayeleri üzerinden Lübnan'daki siyasi havayı, biraz da geçmişi verebilmek. Bunu başarabilmiş mi? Bir anlamda evet, Lübnan'la çok ilgili olmayan birine Lübnan'ı anlatmakta başarılı, ama bunu tarih kitabı havasında yapmıyor, kronolojik bilgilere boğmuyor kitabı, bu yüzden de Ortadoğu'yu hiç bilmeyen biri belki kitap da biraz kaybolabilir. Yani demem o ki, eğer Temelkuran'ın derdi kitaptaki yazara söylettiği gibi Doğu'yu Batı'ya anlatmak, ama bunu Batı'dan değil Doğu'dan bakarak yapmak ise, Amerikalıların çok fazla bilgi alabileceğinden emin olamadım.

Birden fazla hikaye anlatan kitaplar ve filmler zaten her zaman biraz risklidir, eserin yapısını sıkı tutmazsanız hikayeler bin ayrı yöne gider, okuyucu da yönünü kolayca kaybedebilir. Ece Temelkuran da maalesef aynı tuzağa düşmüş. Kitabın ilk 100 sayfası, Oxford'da okuyan Deniz dışında (ki kitabın yürümeyen yanı o zaten, keşke hiç koymasaydı), çok güzel akarken, 150. sayfada Deniz'in tanışmasıyla ortaya çıkan ve bu kitabı yazmaya çalıştığı söylenen Ziad ise kitabın kırılma noktası. Kitap içinde kitap zaten dertli bir konu, bir de "Bu kitabı aslında ben Ece Temelkuran değil, Beyrut'lu Ziad yazıyor" demek zaten karışık olan olay örgüsünü boğuyor ve maalesef kitabı öldürüyor. Ondan sonra Beyrut'taki hikayeleri bırakıp Deniz'le Ziad'ın Paris'teki aşk macerasını okuyoruz. Bence Temelkuran bunu kitabı tamamen Doğu'da geçirmemek için yapmış, ama tam o noktada Batı'dan bakmış işte, belki de Batılı okuyuculara tanıdık birşeyler sunmak için bir çaba bu, eğer öyleyse daha kötü. Zaten bu Deniz karakteri "Ortadoğuya sırtına dönmeyen solcu aileden gelme Batılı genç kızımız" olarak sırtına çok fazla sıfat taşıyor, bu da onu sevimsiz ve gerçek olmayan bir karakter yapıyor. Ziad ise daha beter, Ortadoğu'dan gelme Batı'da yaşayan entellektüel. Berlin'de bir kaç böyle kişiyle tanıştım, sürekli ülkelerinden bahsederler, kafalarında herşeyi çözmüş Ortadoğu uzmanları gibi konuşurlar, ama biraz altını kazısanız Ortadoğulu kompleksinden kurtulamamış olduklarını görürsünüz, eğer biraz bilginiz varsa da, söylediklerinin nasıl büyük palavralar olduğunu anlarsınız (bahsettiğim tip gözünüzde canlanmadıysa, herhangi bir haber kanalında çıkan herhangi bir entelimize bakıp daha iyi anlayabilirsiniz.) Bilmiyorum Ece Temelkuran da benimle aynı bakış açısından mı yaratmış bu iki karakteri, ama neden yaratmış olursa olsun, hem yapı yönünden hem de karakter özellikleri yönünden kitaba çok zararları olduğunu söyleyebilirim. Zaten eğer amaç karmaşık bir ülkeyi sorunları ve tarihiyle anlatmaksa, olayın içinde olan ve gerçeği dışarıdan biri gibi göremeyen, kendi bakış açısı/inancı ve hayatına saplanıp kalmış karakterler, daha karışık da olsa, daha iyi bir resim çizer diye düşünüyorum. Yani Ece Temelkuran bu batılıları işin içine sokmasaymış, gayet iyi bir kitap çıkacakmış.

"Of ne kötü kitapmış bu o zaman!". Öyle değil aslında. Kitabın iyi yönleri de var, dediğim gibi ilk 150 sayfa iyi yazılmış, hikayeler ilginç, karakterler inandırıcı, Beyrut'u gerçekten insana yaşatan bir kitap. Özellikle Filipin'den zamanında Beyrut'a hizmetçilik yapmaya gelmiş annesiyle Şatila Kampı'nda tanıştığı babasına dair bir iz aramaya gelen Filipina'nın hikayesi çok iyi bir hikaye, hem dramatik açıdan, hem de tüm Lübnan tarihini içinde barındırması açısından. Bu hikayenin babasının ona yazdığı mektuplar aracılığıyla kitabın aralarına serpiştirilmesi de iyi bir yöntem. Dediğim gibi, keşke kitap böyle devam etseydi, hatta sadece Filipina'nın hikayesi bile kitabı tek başına götürecek güçdeydi.

Ece Temelkuran'ın yazma tarzına gelince. Bazı yerlerde gözlemleri hoşuma gitti, ama bazı yerlerde de gazeteciliği yazarlığından üstün çıkıyor diye düşünmeden edemedim. Bir de çok fazla benzetme-metafor kullanması meselesi var. Bazı yerlerde semboller o kadar insanı yoruyor ve o kadar hiçbir yere gitmiyor ki... Bence sembol ve benzetmeler sadece çok özel durumlarda kullanılmak için saklanan gizli silahlar olmalı, kitabın her yerinde kullanılınca, asıl kullanılması gereken yerde önemini kaybediyor, Ece Temelkuran'a da bunu önerebilirim (ah önerilerimi bir dinlese, oturup kitabın son yarısını baştan yazdırırdım, fıstık gibi de olurdu, -okuduğum her kitabın editörü olmak için içimde önlenemez bir istek var zaten). Ama dilinin başarılı olduğunu söylemeliyim, gözlemleri de, dediğim gibi, yüzeysel ve sıradan (turist) gözlemlerinin çok ötesinde.

Sonuç olarak ilk kitap için fena bir deneme olmasa da, özellikle ilk kitapta yapılmaması gereken bazı tuzaklara kurban gitmiş bir kitap diyorum.

Monday, April 26, 2010

Sinemalı Pazartesiler/ Cinema Mondays-Thomas in Love

Bu hafta duymadığınızı düşündüğüm, 11 ödüllü bir ilk film hakkında yazacağım, 'Aşık Thomas' (Thomas est Amoureux- Thomas in Love).

This week, I'm writing about a film that you probably didn't hear about; 'Thomas in Love' (Thomas est Amoureux).


 
"Eğer hayatınızı odanızdan çıkmadan yaşayabilseydiniz, dışarı çıkmanız için ne olması gerekirdi?"

"If you can lead your life without leaving your room, what would it take to step outside?"




Cevap tabii ki aşk... Belçikalı yönetmen Pierre-Paul Renders'ın 2000 yapımı bu ilk filmi, belirsiz bir gelecekte geçiyor. 32 yaşındaki agorafobik Thomas 8 yıldır odasından dışarı çıkmamıştır. Gelişmiş teknolojinin sayesinde aslında kimsenin odasından çıkması çok da gerekmektedir; görüntülü telefonla herkesle konuşabilir, hatta terapi bile görebilirsiniz, ihtiyacınız olan her şey evinize postalanır, ve en önemlisi sanal gerçeklik gözlüklerinin çok gelişmiş abileri olan sanal gerçeklik kıyafetini giydiğinizde, karşınızdakinin fiziksel her hareketini yanındaymış gibi hissedersiniz. Yani Thomas'ın dışarı çıkması için hiçbir neden yoktur.

Of course, the answer is 'love'... In this first film of Belgian director Pierre-Paul Renders made in 2000, is set in an unknown future. A 32 year-old agoraphobic Thomas didn't leave his room for 8 years. With the help from the high-technology, he doesn't really need it all that much anyway; he could talk to everyone he wants with video-phone, he could get everything he needs posted to his home, and most importantly, with the virtual reality suit, he could make love and feel the touch of the opposite person without having her near him. So, Thomas doesn't have a reason to leave his room anyway. 

Bu hayatı gerçekleştirmek için gereken bütün parayı da sigorta karşılamaktadır, taa ki terapisti Thomas'ı internetten bir tanışma sitesine üye edip, birileriyle tanışmaya zorlayıncaya kadar...

The money he needed comes from the insurance company, until his therapist forces him to meet with someone online on a dating site...

Thomas her ne kadar buradan kendi tuhaflıklarına tahammül edebilecek birini bulsa da, asıl aşkı, yine internet üzerinden yapılan bir genelevde, Eva'yla bulacaktır. Acaba görüntülü telefon ve sanal gerçeklik gerçek aşk için yeterli olacak mı, yoksa Thomas Eva'ya  gerçekten dokunabilmek için evden çıkmak zorunda mı kalacak?

Even though Thomas founds someone who can stand with his abnormalities, he finds real love in a virtual brothel, with Eva, a prostitute. Will live chatting and virtual reality sex be enough for real love or would Thomas finally leave his home to truly touch Eva?

'Thomas est Amoureux'nün ilginç tarafı sadece konusu değil. Daha önce de bu tarz modern toplum satirlerine filmlerde, kitap ve oyunlarda rastlasak da, film hem tarzıyla, hem de muhteşem sanal gerçekçilik giysisiyle benzerlerinden hızla ayrılıyor.

Not only the plot of 'Thomas in Love' is interesting. This kind of modern times satyr is already done in books, films or plays before, but the style of the film and the clever invention of the virtual reality suit really set the difference from the other examples.

Filmin en ilginç tarafı, tamamen Thomas'ın odasında, daha  doğrusu onun görüntülü telefonunun ekranında geçmesi. Bütün filmi Thomas'ın bakış açısından görüyoruz, yani filmin baş karakteri filmde hiç gözükmüyor. Film böylece agorafobik dünyanın klostrofobik hissini izleyiciye geçirmiş oluyor. Hem bu dünyanın yapaylığını vurgulamak, hem de klostrofobikliğini biraz hafifletmek için tüm mekanlar ve kişiler oldukça renkli olarak tasarlanmış, fragmanda da görebileceğiniz gibi bir de alınlarında garip simgeler taşıyorlar. 

The most interesting part of the film is that it shows only Thomas' room, or rather the screen of his video-phone. We watch the hole film in Thomas' Point-of-View; through Thomas' eyes, so we never see the protagonist of the film. This way, it conveys the claustrophobic atmosphere of Thomas' world. To accentuate the artificialness of this world and to lift up the spirit of the film a little bit, all the characters and the places are very colorful and as you can see from the trailer, the characters all have symbols on their foreheads.  



Son olarak şunu söyleyebilirim ki, 'Thomas est Amoureux' çok eğlenceli ve ilginç bir ilk film ve anal sex sahneleri harika! Bir de dip not, Eva'yı Belçikalı Türk oyuncu Aylin Yay oynuyor. İzleyiniz!

Lastly, I must say that 'Thomas in Love' is a very entertaining and interesting first film, and the virtual sex scenes are awesome! Go watch it!

Fragman/Trailer:

Sunday, April 25, 2010

Şehirden Kaçış/Escape From the City



 Dün size Salacak Kahvesi'ni ballandıra ballandıra anlatmıştım, yalnız fotoğrafları yoktu, bu sabah o eksikliği de kapattım.



 İşte kahve burası, eski Salacak İskelesi, tabii sahil şeridi doldurulunca iskeleye de kahve olmak kalmış. Hafta sonu ana-baba günü, pek hoş değil, hafta içi daha keyifli, genelde o zaman Salacak'ın entelleri takılıyor, ki Salacak da entel nufüsu bol bir yerimizdir.

Evim Salacak'a 10 dakika uzakta, Üsküdar'ın tek güzel yeri, cenneti... Çok seviyorum Salacak'ı, ama fiyatları ortada, şimdilik orada oturmak sadece hayal. Neyse, bir güzellik yaptılar bizim mahalleyi Salacak Mahallesiyle bağladılar, artık resmen Salacak Mahalleli bir insanım:)


Burası arkası, hayalimdeki evler....


Kayalıklar, arkada da tersane...


Ve manzarası...

Gelelim şehirden kaçmamın yeni fotoğraflarına. Bu gözlemeciden de daha önce bahsetmiştim, ama hiç fotoğrafını çekmemiştim daha önce. Burası babamla Şile'ye giderken yolda kaybolunca denk geldiğimiz bir yer, size daha önce de bahsetmiştim. Üvezli'ye girmeden önce, kuytu köşede bir yer, eski Şile Yolu zamanında buradan geçiyormuş, ama yeni yolu yandan geçirince burası böyle kuytuda kalmış, iyi ki de kalmış. Bir Gürcü göçmeni çift işletiyordu, çok komiklerdi, maalesef birkaç ay önce adamcağız vefat etti, kadın tek başına kalınca da o neşeli hali gitti, ama bayağı akraba olduk artık gide gele, misal daha Perşembe oradaydık, Pazar yine gittik:)



Hem Şile yolunda, hem de Polonezköy'ün oralarda, sürekli yol üzerlerinde 'garden'lar ve 'country club'lar var, amaç şehirde tek bir yeşil görmeyen insanlar biraz yeşil görsün. Şehirli insanın özellikle yaz aylarında aşermeye başladığı bir durum. Şehirden bir saat uzakta bir sürü köy var, ama şehirli insan şunu unutmuş ki, yeşil demek çamur demek, hayvan demek, böcek demek, n'apıyorlar, böyle hiçliğin ortasını çitle örüyorlar, çoğunluk yere iki puf atıyorlar, sonra sizden kıra gitmek için giriş ücreti istiyorlar. Nefret ediyorum böyle yerlerden, kır istiyorsan, işte yanı göz alabildiğine yeşil, ne ararsın öyle clublarda gardenlarda... Kırın da tadını yine köylüler çıkarıyor, oh börekler hazırlanmış, yayılıyorlar çime, çocuklar top oynuyor, kimse de giriş ücreti istemiyor. Neyse, yeterince çemkirdim, işte ben bu yüzden bu gözlemeciye bayılıyorum, yeşilin ortası, sessiz, sakin... Bir de gözlemeleri çooook güzel. (Aslında onların da fotoğrafını çekecektim, ama çok acıkmışım hepsini yedikten sonra aklıma geldi)

Ve karşısındaki boş alanda papatyalar açmıştı, yerlerde yuvarlandım fotoğrafları çekmek için.





Papatya tarlası....

Saturday, April 24, 2010

Cumartesi sayıklamaları

Havası böyle bir Cumartesi kadar güzel bir şey var mı bilmiyorum? Dün evde pineklerken, bir çıksam Salacak'a doğru bir yürüsem, bir yerde otursam kitap okusam, hava alsam diyordum, ama üşengeçlikten rafa kalkmıştı bu proje.

Sabah bir uyandım, elektrikler yok. Bu vesileyle fark ettim ki, biz hep Türkiye nereye gidiyor, hiç gelişmiyor filan diyoruz ama, şaka maka biz elektrik kesintilerini unutmuşuz. Benim küçüklüğümde neydi öyle ya, bir giderdi tüm gün gelmezdi, mum ışığında ödev filan yapardık. Şimdi neredeyse hiç olmuyor artık. Neyse baktım elektriklerin geleceği yok, ben de bari planımı yürürlüğe sokayım dedim, indim Harem'e. Hava güzel, nasılsa etraf o kadar da kalabalık değil... Bir de Salacak'ın eski iskelesini kahve yapmışlar, tam Kız Kulesi'nin karşısında, bayılıyorum oraya gittim orada kitap okudum, huzura erdim valla. Bu arada sonunda 2 ay süren 'Ve Durgun Akardı Don' maratonu (ya da daha doğrusu Mehter takımı gibi 2 ileri 1 geri gidip gelmeler) sonunda bitti! İllederomanolsun toplantımızı yapalım, uzunca bir yazı sizleri bekliyor. Şimdi ise, Durgun Akan Don'u unuttuğum bir gün D&R'da indirimli görüp aldığım, bir solukta iki film arası 90 sayfa okuduğum 'Muz Sesleri'ne takılıyorum, bitiyor sayılır. 'Ece Temelkuran'dan romancı olur mu olmaz mı?' çekincem vardı ne yalan söyleyeyim, ama oluyormuş, iyi de oluyormuş hem de. Bitmek üzere, yarın öbür gün onunda yazısını yakında burada görebilirsiniz. Bir-iki eleştirim de olacak Temelkuran'ın yazma tarzıyla ilgili (çok önemli ya benim eleştirilerim, 70 milyon bizi izliyor, o da izliyordum buradan ona kokulu öpücükler...)

Bu arada, bir süredir bir şeyler yaşar/izler/okurken hem "Hah bunu bloguma yazarım, bunu yazsam mı" vs. diye düşünmeye başladım, kahvede otururken en sinir olduğum şeylerden birini de buradan yazarım demiştim, yazıyorum.

Şimdi ben baby-face ötesi bir insan olduğum için, hele de yüzümde makyaj yokken 15 yaşında filan gösteriyorum. 25 yaşına geldim hala milletin canımdan cicimlerinden kurtulamıyorum. Benden küçük kasiyerler benimle canımlı-cicimli konuşuyor, her yerde 5 yaşında çocuk muamelesi görüyorum, biraz daha abartsalar yanaklarımı da mıncıklıyacaklar. Sinir oluyorum sinir. Bugünde kahvedeki adam bana "Küçük Hanım başka bir şey ister mi?" dedi, yok artık, çüş yani. Suratlarına haykırmak istiyorum 25 yaşındayım uleeeeyn diye, artık ben de hanım olmak istiyorum, bağyan olmak istiyorum, bıktım yahu!
Alnıma doğum yılımı dövme olarak yaptırsam, ya da nüfus suretini mi yapıştırsam bilemiyorum. Sorun makjayla filan çözülmediği gibi, kafayı yiyip estetik bile yaptırsam insanı yaşlı gösterecek estetik diye bir şey de yok, yanaklarımı mı aldırsam?....

Friday, April 23, 2010

Fotoğraflı Cumalar/ Photography Fridays- Lane Collins

Lane Collins, yine internette gezinirken bulduğum Amerikalı genç bir fotoğrafçı. Fotoğraf serilerinin hangisini bloga koyayım diye çok düşündüm, ama sonunda '9 Portre'  (9 Portraits)'de karar kıldım. Bu seriyi niye bu kadar sevdim bilmiyorum, modeller sıradan ve çirkin insanlar, ondan herhalde. Aslında Hindistan'da çektiği fotoğraflar da çok iyiydi, ama canım bugün hiç öyle koca dağlar, ufuk çizgisi, geniş açı çekmedi işte....

Lane Collins is a young American photographer that I found again surfing the internet. At first, I couldn't decide which series of her to put on this blog, then decided on the '9 Portraits' series. I don't know why I like these photos so much, probably because of the fact that the models are not models, but rather ordinary and even ugly. Her photos from India were also quiet good, but today I didn't feel like huge hills, horizons and wide lens for some reason...



























All photos belong to: Lane Collins

Thursday, April 22, 2010

Anket/ Poll

Daha önce söylemeyi unuttum, eğer blogumun sevgili izleyicileri sağda en üstteki kutucuktan blogda en çok ne tip yazılardan hoşlandıklarını belirtirlerse sevinirim. Hatta, malum çok meraklı bir bünyeyim, siz buraya da yazın ki kişi kişi de bileyim:P

I forgot to say it before, if  you can vote for the type of posts you like most about the blog in the higher-end of the right column, I'll be very happy. In fact, if you can also post it as a comment here, I'll know who is liking what:)

Wednesday, April 21, 2010

Müzikli Çarşambalar/ Musical Wednesday- Rembetiko

Bu haftanın şarkıları da Rembetiko olsun bari. Bilmeyenler için Rembetiko Osmanlı zamanında Ege'de Yunan ezgilerine Türk enstrümanları ve havalarının eşlik ettiği bir müzik türü. Yunanlar Osmanlı'dan Yunanistan'a zorunlu olarak göçünce uzunca bir süre Yunanistan'da yasaklanmış bir müzik türü, daha çok bizim arabeske eş değerde görülüyor.

This weeks songs are Rembetikos. For the ones who don't know what it is, Rembetiko is Greek songs accompanied by Turkish instruments and melodies. After the Greeks were forced to leave Turkey to Greece, Rembetiko was banned in Greece for several years and it's still seen as a low-life music.

Klipler Rembetiko filminden, muhakkak bulup izlemelisiniz, hem müzikleri, hem de hikayesi çok etkileyici.

Videos are from the film 'Rembetiko' by Costas Ferris, you should watch it if you can find it, both the music and the story is very touching.

Mana Mou Ellas (Anam Yunanistan/ My Mother Greece):



Kaigomai Kaigomai (Yanıyorum/ I'm Burning):



Film:


Tuesday, April 20, 2010

Glee







Glee'ye verilen sezon ortası (?) ara nihayet bitti, geçen hafta yeni bölüm yayınlandı. Bir de benim gibi dizikolik birinin buraya çok fazla dizi yazmadığını fark ettim, bu yüzden de kolları sıvayıp bir Glee yazısına girişeyim dedim.

The season break of Glee is over and we had the first new episode last week. I also noticed that a t.v. series-maniac like me doesn't like as many posts about T.V. shows, so I decided to write a Glee post for beginners.

Glee müzikal komedi, şen şakrak, renkli menkli bir dizi. Zaten ben bir şey müzikal oldu mu illa ki severim ama bu gerçekten çok ama çok eğlenceli bir dizi. Bir de altını çize çize Glee'nin Highschool Musical'ın antitezi olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Konusu ne derseniz:

Glee is a musical comedy show, funny and colorful. I always love everything musical, but this is really extraordinary. I also have to say here that Glee is the complete anti-thesis of the High-School Musical. Here is the plot:

Amerika'nın küçük bir kasabasındaki lisenin hiç rağbet görmeyen bir Glee Klübü vardır, yani müzikal söyleme ve dans etme klübü.

There is a Glee Club that no one cares about in a forgotten little town of the U.S.A. Glee Club is the musical club by the way, if you don't know what it means.


Bu arkadaş İspanyolca hocası Will Schuester. Glee Klübü'nü yöneten hoca atılınca yerine geçip klübü tekrar canlandırmayı kendine görev edinmiş eski bir Glee'ci.

This dude is the Spanish teacher Will Schuester. When the teacher who directs the Glee Club got kicked out, he takes his place. He tries to revive the Glee glamour and was a fellow Glee-member in his time.


Bu Nazi kılıklı ablamız da ponpon kızların hocası Sue Sylvester. Glee Klübü'ne nedense çok gıcık ve klübün kapanması için her türlü dalavereyi yapıyor. Sonunda müdür eğer Glee Klübü bölgesel yarışmayı kazanamazsa klübü kapatacağını söylüyor.

This Nazi-like gal is Sue Sylvester, the teacher responsible from the Cheerleaders. For some reason she hates Glee club and puts every kind of game to destroy it. At the end, the principle decided to stop Glee Club if they don't win the regionals.


Ama Glee Klübü'nde sadece bu tekerlekli sandalyedeki arkadaşımız Artie...

 But the members are only Artie in wheelchair....


Bu kekeme ablamız Tina...

Tina who stutter....
 

Bu şişko ama sesi çok güzel ablamız Mercedes...

Fat Mercedes wih a wonderful voice...
 

Ve bu da gizli gay ablamız Kurt'tur.

And the closet gay Kurt.


5 yaşından beri yıldız olacağı günü hayal eden bu çok hırslı ve katlanılmaz Barbara Streisand sesine sahip ablamız Rachel'in gelmesi iyi olmuştur, fakat rakipleri Vocal Adrenaline Broadway müzikali kalitesindedir.

When intolerably ambitious Rachel with the Barbara Streisand voice who dream to become a star since she was 5 entered the club, there is a chance for winning, but their biggest competition the Vocal Adrenaline is like a Broadway cast.


Will, çareyi şantajla futbolcuların kaptanı Finn'i klübe dahil etmekte bulur. İşte esas oğlanımız. Klübe girdiği ilk andan itibaren, hem Rachel'in hem de Kurt'ün kalbini çalar.

Will puts the head of the football team into the club with blackmail. This is our main guy if you didn't notice. But he steals the hearts of Rachel and Kurt from the moment he entered to the club.
 

Sue da ajan olarak Finn'in sevgilisi, ponpon kızların lideri Quinn Fabray'i klübe sokar. Aşk üçgeni başlamıştır.

Sue entered Finn's girlfriend, the beautiful Quinn Fabray; the head of the cheerleaders into the club as a spy. And a love triangle begins.


Finn'in en iyi arkadaşı Puck, futbolcudur ve Quinn'le gizli bir ilişki yaşamıştır. O da klübe girer.

Finn's best friend Puck is a Casanova who also had a secret affair with Quinn. He also enters to the club.



Bu da temizlik delisi takıntılı rehberlik hocamız Emma. Kendisi Will'e aşık, onlar da başka bir aşk üçgeni oluşturma yolunda ilerliyorlar, çünkü Will evli.

And this is Emma, the obsessive hygiene-freak guidance counselor of the school. She is in love with Will, which will result in another love triangle, because Will is married.

Gerisi drama, komedi, biraz daha drama ve bolca müzik ve dans. Müzikler ise popüler pop-R&B parçaları ve Broadway müzikalleri arasında gidip geliyor, arada bir de Rock. Bu arada kontrol ettim, bütün şarkıları oyuncular seslendiriyor, zaten çoğu Broadway oyuncuları. Özellikle Broadway'den gelme ve rap eğitimi almış hocamız Will bir dans edip şarkı söylüyor ki, sormayın gitsin.

The rest is drama, comedy, a little more drama and lots of music and dance. The musics are popular pop- R&B songs, Broadway musical pieces and sometimes Rock. Also the cast is singing themselves and most of them are from Broadway. Especially Will, who comes from Broadway and has an education on rap and break-dance is peeeeeerfect!
 

En sevdiğim performansı da buradan size göstereyim, siz de geçin tv'nin karşısına izleyin. Glee'nin 1. sezon bölümlerini Digiturk'ünüz varsa Foxlife'ta her pazar 21.00'de izleyebilirseniz. Yoksa da internet koca bir derya, buluverin:)

I also want to put my favorite part here.

Önce Beyonce'nin berbat şarkısı daha da berbat klibi Single Ladies'in Kurt versiyonu. Zaten bu video ancak parodisi yapıldığında bir şeye benziyor. Kurt de Beyonce'den daha güzel dansediyor bence:

Kurt's version of Beyonce's awful video and song 'Single Ladies'. This video only works in a parody if you ask me and Kurt is way better a dancer than Beyonce:



Ve unutulmaz efsanevi Saturday Night Live parodisini de koyamadan geçemedim, gülme krizi geçirtiyor her izlediğimde (full versiyon, internette çok zor bulunuyor kaçırmayın!), Justin Timberlake& Beyonce:

And the unforgettable incredible performance of Justin Timberlake in the Saturday Night Live parody (full version,  very hard to find in internet, so don't miss it), Justin Timberlake and Beyonce:
 


Justin Timberlake sui tacchi per Beyonce
Yükleyen Video_Gossip. - Film ve TV kanalındaki diÄ�er videolara göz atın

Son olarak oyuncular ve karakterlerin tanıtıldığı röportaj dizisi:

Lastly discovering the Glee cast:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails