Monday, September 6, 2010

Sinemalı Pazartesiler/ Cinema Mondays-Les Plages D'Agnes

"I'm playing the role of a little old lady, pleasantly plump and talkative, telling her life story."


Fransız Yeni Dalga hareketinin tek kadın yönetmeni efsanevi kadın Agnes Varda'nın kendi hayatını anlattığı belgeselin fragmanının 2008 yılında izlediğimden beri filmi izlemek için yanıp tutuşuyordum, kısmet bugüneymiş.

Since I saw the trailer of The French New Wave Movement's legendary only filmmaker Agnes Varda's documentary about her own life in 2008, I was crazy about seeing it, but couldn't until now.

'Agnes'in Plajları' (Les Plages d'Agnes) Brüksel'in plajlarından İkinci Dünya Savaşı rüzgarıyla Fransa sahillerine savrulan, Paris'in 'Rive Gauche'undan (Seine nehrinin sol kıyısı- dönemin önemli politik ve sanatsal ekolü) yaşayıp 70'lerdeki özgürlük rüzgarıyla yelkenini bu sefer Amerika'ya yönelten Agnes Varda'nın hayat öyküsü. Deniz aşığı olan ve İkinci Dünya Savaşı sırasında ailesiyle birlikte teknede yaşayan Varda hayatını da plajlarda anlatmayı seçmiş.

'The Beaches of Agnes' (Les Plages d'Agnes) is the life of Agnes Varda born in the beaches of Brussels and blown to French beaches by the wind of the Second World War, lived in the 'Rive Gauche' (the left side of the Seine- an important political and artistic movement) and turned her sail to U.S.A. with the 70's freedom movement. A sea-lover who lived on an actual boat during the Second World War, Agnes Varda chooses to tell her life story on beaches. 


Ama film ne bir otobiyografi ne de hayat öyküsü aslında, daha çok görsel bir memoir diyebiliriz. Nasıl ki anılar beynimizde kronolojik sırada yer almıyorsa, film de kronolojik bir sıra izlemiyor, bu yanıyla film bilinç akışı yöntemini kullanıyor, diğer yandan Varda yaşadığı yerleri ve karşılaştığı insanları tekrar ziyaret ediyor, ve bize sadece geçmişini anlatmıyor, geçmişini bizim gözümüzün önünde yeniden canlandırıyor.

But the film is neither an autobiography nor a life story, it's more of a visual memoir. Like our own memories which don't follow a chronological order in our brains, the movie also doesn't have one, the main writing style is stream-of-consciousness and Varda recreates her memories with the camera visiting the places and people she encountered, instead of telling the audience about it.


Aslında, Agnes Varda'nın yönetmenliği ön plandadır, ama Varda aynı zamanda çok iyi bir fotoğrafçı ve enstelasyon sanatçısıdır, bu özellikleri filmi sıradan bir belgesel olmaktan çıkarıp, şiirsel bir deneme haline getiriyor.

Normally, Varda's directing is well-known, but she is also a photographer and installation artist which forms the films into a poetic experiment, rather than a simple documentary.


Film, kumsalda büyüklü küçüklü aynaların birbirine tutularak yansımalarının çekilmesiyle başlıyor, bu şekilde yaşanan olayların yansıması olan anılar ve bilinçaltına giriyoruz. Zaten Varda her gittiği yeri geri geri yürürken anlatıyor, böylece kendisi fiziksel olarak da geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculukta son 60 yılda dünyaya hakim olan hemen her şey var; İkinci Dünya Savaşı, Yeni Dalga ve Rive Gauche hareketlerinden 343 Manifestosu'na (diğer bir tabirle '343 Salopes'- 343 fahişe manifestosu, 70'lerde Fransa'daki 343 kadının kürtaj yaptırdığını kabul ettiği kürtaj yasağı karşıtı oluşum), Amerika'daki hippi hareketinden, Çin ve Küba Devrimine ve Jim Morrison'ın cenazesine kadar aklınıza gelebilecek her şey. Böyle bir hayat tabii ki sıradan bir tarzla anlatılamıyor. Sonuçta ise ortaya benzersiz bir sinema denemesi çıkıyor.

The film opens with the reflections of little and big mirrors on the beach facing each other, in this way, we enter in the realm of the memories and subconsciousness which are reflections of the life itself. Furthermore Agnes Varda tells her life while walking backwards, in this way, she physically enter a journey to the past. In this journey, everything that ruled the last 60 years is present; from Second World War, French New Wave and Rive Gauche Movements, 343 Bitches Manifest (in the 70's 343 women aadmitted to having abortions in order to protest the abortion ban), hippies in the U.S.A. to China and Cuba Revolutions and Jim Morrison's funeral. A life like this of course cannot be told in a normal way. A unique cinema experiment is the result of all these aspects.  


Sunday, September 5, 2010

Kadın Papa/The Female Pope

Bugün bir film izledim ve öğrendim ki, 13. yüzyıl tarihçilerine göre 9. yüzyılda erkek kılığına girip Papalık mekanına yükselen bir kadın varmış. Bu inanç 16 yüzyıla kadar sürmüş ve Dominikan öğretilerine girmiş, hatta tarot kartlarındaki Azize kartı Papa Joan'a itafen yapılmış ve o zamanlar bu kartın adı Kadın Papa (La Papessa) imiş, daha sonra kartın adı Azize olarak değişmiş.

I watched a film today and learned that according to 13th century chroniclers that there was a woman who disguised herself as a man and became Pope. This legend was highly believed and even appeared in the Dominican learnings until the 16th century and that the High Priestess tarot card was created after Pope Joan and it was called The Female Pope (La Papessa) at the time.


Rivayete göre (bence kesin doğrudur!) Joan (John) Anglius kendini eğitmiş bilgili bir kadın olarak sevgilisiyle birlikte Atina'ya gelir ve erkek kılığına girerek dönemin en alim hocalarından eğitim görür. Roma'ya gider ve piskopos olur. Bilgisi ve yeneteğiyle herkesin saygısını kazanan Joan sonra da Papa seçilir. Bartholomeo Platina'nın 13. yüzyılda yazdığı Papalar tarihi kitabında adı Papa John VIII olarak geçer. 2 yıl papalıkta kaldıktan sonra Joan at üstünde doğuma başlayınca kadın olduğu ortaya çıkar. Bazı tarihçiler onun doğumun hemen ardından doğal yolla öldüğünü bazıları ise bir ata bağlanıp sokaklarda halk tarafından taşlandığını söyler.

According to the legend (which I think is true) Joan (John) Anglius was an educated and clever woman who went to Athens with her lover and studied under the best lecturers dressed as a man and went to Rome. She first became bishop and got the respect of everyone with her knowledge. Then she was elected as Pope and ruled for two years. In the chronicles of Popes that Bartholomeo Platina wrote in the 13th century, she was called as Pope John VIII. During a travel, her labor started on horseback and her disguise fell. According to some sources she died from natural causes right after this, and others say that she was bounded to a horse and stoned by her own people.

16. yüzyıldan itibaren tarihçiler 'Kadın Papa'yı yalanlamaya başlanırlar ve görüldüğü üzere bunda da başarılı olurlar. Öyle ki bugün bir efsane olarak bile olsa bunu bilmiyoruz. Ben şahsen inanıyorum, Jeanne D'Arc'ı deli ve anti-hristiyan yapıp asan ataerkil zihniyet, kadın papa olduğunu kabul etmeyecektir tabii ki. Aslını sorarsanız ben Dan Brown'ın sunduğu iddalardan, Maria Magdelena İncil'inin bulunduğuna da inanıyorum, tabii ki dönemin ataerkil düzeni bir kadın havariye izin vermeyecekti, bu yüzden de Magdelena havari değil fahişe oldu.

Starting from the 16th century the historians started to deconstruct the 'Female Pope' and obviously they succeeded in that. Personally, I believed in this legend to be true, the patriarchal society who accused Jeanne D'Arc with madness and anti-christ would of course deny the existence of a female Pope. To tell you the truth, I also believe what Dan Brown also revealed as Maria Magdalena having a Bible. Of course the patriarchal order of the era wouldn't allow a female apostle, so she became a whore instead.

Merak ettiyseniz wikipedia sayfasına bakabilir, ya da Liv Ullman'lı 1972 yapımı 'Pope Joan'u ya da yeni versiyonunu izleyebilirsiniz!

Anyway, if you're interested you can check out the wiki page, or watch 'Pope Joan' made in 1972 with Liv Ullman or the remake!




Evetciler-Hayırcılar ve türevleri

Bir süredir günlük beyin boşaltmamı yapamadım, Çarşamba feci bir migren atağı geçirdim, sonra da elim bir türlü yazmaya gitmedi. Bu arada ne birikti derseniz, şu evet-hayır'a alerji geliştirdim...

Her sabah-akşam Üsküdar'dan geçen bir insan olarak bu evet-hayır her gün suratıma suratıma çarpıyor, Beşiktaş deseniz ayrı hikaye... Bu yazıda ben hepsine bir güzel öfke kusmak istiyorum.

Öncelikle 'Türkiye'nin Geleceği'ni evet-hayır düzeyine düşüren AKP'ye, kelime oyunlarıyla ve son dakika bombalarıyla kendini çok güçlü sanan CHP'ye, sokakta hayır hayır diye bağıran bir avuç CHP'liye, iftar çadırlarının etrafna konuşlanan, kendisi yetmeyip dev ekranda videolar döndüren ve kendimi 1984 öncesi dönemde sanmama neden olan iktidara ve en önemlisi iktidarın muhalefeti zor durumda bırakmak için koyduğu yalan bir-iki maddeye inanıp (ya da onu bahane edip) evet'i savunan söze solcu entellere...

AKP'ye edeceğim lafı daha önce de ettim, asıl sinir olduklarım da onlar değil nasıl olsa, çünkü ne mal oldukları belli, neyse o kendilerinden farklı bir şey beklemem. Asıl problem şu CHP ve enteller. Zaten Kılıçdaroğlu balonu (tıpkı Obama balonu gibi) anında patladı, eskiden belgelerle iktidarı sıkıştıran Gandhi, Baykal'ın kelime oyunlarını miras aldı, polemikler yine havada uçuşmaya başladı. Anayasa tartışılacağına İnönü'nün bıyığı, Recep Bey tartışmalarıyla kamuoyunun beyninin bulanmasına izin verildi. Yetmedi yine son anda türban sorununu çözeceğim dendi, AKP'den oy kapmaya çalışıldı. Ben bu noktada RTE'ye katılıyorum, gerçekten CHP iktidar olmak istemiyor, yoksa her seçim/referandumdan önce kendini böyle baltalamazdı.

Gelelim liberal entel/solcu takımına. Bu arada bu lafım illederoman'cılara, dün AKP'nin Üsküdar meydanına diktirdiği dev ekrandan gördüm ki Oya Baydar da evetçilerdenmiş (bir de Ergenekoncu deyince kadına tepki almıştım). İşte bu yeni bir tür, solcu olup da anayasadaki darbecileri yargılama maddesine tav olanlar (ya da tav olmuş görünenler). Onlara şunu sormak istiyorum, anayasaya bu madde eklendi diye, Kenan Evren'in  ve darbecilerin yargılanıp tutuklanacağı hayaline kapılanlar buna gerçekten inanıyorlar mı? Ya da Kürt Sorunu'nun çözüleceğine? Memurlara toplu sözleşme hakkının bir işe yarayacağına? Bu anayasa sadece AKP'nin yerini garantiye alma hamlesidir, başka fraksiyonları kendine çekmek için konuveren her madde ya hiç anayasada yokmuş gibi davranılır, ya da başka bir hamleyle bertaraf edilir. Kenan Evren yargılandı diyelim, yargı AKP'nin elindeyken ceza alır mı sanıyorsunuz? Size Fethullah Güler ve Deniz Feneri davalarını hatırlatırım.

Oh be rahatladım! Bu aralar hiç haber izlemiyorum, okumuyorum, çünkü doğru habere zaten ulaşamıyorum ve Türkiye'deki basma kalıp haberci dilinden gına geldi, peki apolitik mi oldun derseniz, yok valla ben anarşist oldum, ciddi ciddi anarşi istiyorum, insanoğlu ne Cumhuriyet'ten ne Komünizm'den anlamıyor nasıl olsa. Öyle işte, size son olarak, her Üsküdar'a gidişimde çalıp kendimi sakinleştirdiğim şarkıyla veda ediyorum, Rage Against the Machine söylüyor "Killing in the name of"

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails