Wednesday, February 24, 2010

Müzikli Çarşambalar/ Musical Wednesdays- Beirut

Bu haftanın klibi sevgilim Beirut'umun son videosu olsun:

Beirut's latest video, for this week's music:

Friday, February 19, 2010

Bahar/Spring


Çimlere çıplak ayakla basma mevsimi geldi
Şort giyme, t-shirt giyme, etek giyme
Sonra delirme hiçbir şey giymeme mevsimi
En sevdiğim mevsim
Erken gelse hakikaten bu sene ya!


The season the walk barefoot in the meadows come
The season to wear shorts, t-shirts, skirts
Then, the season to become insane and wear nothing 
My favorite season
Come early this year! 





*Şiir gibi oldu yazılışı, ama ben o maksatla yazmadım



*It looks like a poem, but I wasn't intended it like that

Wednesday, February 17, 2010

Müzikli Çarşambalar/ Musical Wednesdays- Janis Joplin

Müzikli Çarşambalar'ı unuttum sanmayın, bir if'e gittim geldim (Gondry'nin belgeselini niye muhtemelen sadece benim sevdiğimi başka bir post'a saklıyorum). Bu haftaki takıntım bayağı bir eskilerden, Janis Joplin- Mercedes Benz. Bu hafta onlarca kez dinledim, siz de dinleyin...

Don't think that I forgot this week's 'Musical Wednesdays', I just went to the film festival (I will tell later why probably I am the only-one who loved Gondry's latest documentary 'The Thorn in the Heart'). This week's musical obsession of mine is Janis Joplin's Mercedes Benz. I listened this a hundred times this week (well, most of the time, I do only listen to one song or singer for a whole week, you know). 

Şile de buz gibi bir pazar/ A freezing Sunday at Sile

Bu pazar sevgililer gününde ben ne yaptım, babamla Şile'ye gittim (çok romantik!). İstanbul günlük güneşlikken, Şile buz gibiydi, ama yine de çok güzeldi...

This Sunday on Valentine's Day, I went to a small village just outside of Istanbul, Sile (how romantic!). Sile was freezing, when in fact, Istanbul was sunny and warm. But it was very pretty nevertheless...






Karlar düşer.... /The Snow

Kar fotoğraflarıyla ancak uğraşabildim. İstanbul karla güzelleşmez, çirkinleşir genelde, ama merkezden uzaklaşınca yine de güzel kar fotoğrafları yakalanabiliyor bence.

I could only work with the snow photos now, after weeks. Usually Istanbul doesn't get prettier with the snow, but gets even uglier, but I managed to get some pretty shots.



Mezun olup kurtulduğum üniversitemde in cin top oynarken

Totally deserted university that I managed to graduate and escaped from









Poyrazköy yolu, İstanbul'un en sevdiğim yeri. Nedense her fotoğrafta elim sepya'ya gitti.

The road to Poyrazköy. My favorite place in Istanbul. I put sepia on every photo for some reason...

Tuesday, February 16, 2010

Listeler listeler /Lists

Bilenler bilin, ben biraz takıntılı bir insanımdır. En büyük takıntılarımdan biri de değerli kitaplarımdır. İlkokuldayken sahip olduğum 5-10 kitabı kütüphanelerdeki gibi kodlar sonra da bir deftere geçirirdim. Bilgisayar sağolsun hayat kolaylaştı, ama bendeki takıntı geçmedi. Şimdi de okuduğum kitabı excel listeme geçiriyorum. Sadece isimleri de değil, yazar adı, sayfa sayısı, yayınevi, yayın yılı ve yayın yeri ile birlikte. (İşin daha fenası aynı işlemi izlediğim bütün filmlere de yapıyorum:))

I am a little bit on the obsessive-side and one of my major obsessions are my precious books. In elementary school, I used to catalog the 5-10 books I have, making codes and stickers and everything. Fortunately, computers made life a lot easier, but my obsession remained the same. Now, I put every book I read to an excel file. And not only the name of the book; the author, number of pages, publication, publication date and place... (The worst part is that I do it for every movie I watch too:))

Liste, arada çocukken listelemediğim 10 yıllık kayıplar hariç şu anda 429 kitap diyor. Şimdi ben bu listeleme olayını bir öte boyuta taşıyıp, listemin analizini de yaptım. (Neden? Çünkü yakın zamana kadar tez filminin yönetmeni, kameramanı, kurgucusu kısaca herşeyi olan ben 1 haftalık keyiften sonra hafiften sıkılmaya, dolayısıyla da biraz kaçırmaya başladım -keçileri!-). Gelelim analizimin sonuçlarına;

 The list says 429 books, except the 10 first years of my life where I didn't catalog them. I now push the listing-thing one step forward and made an analysis of the list. (Why? Because I started to get bored after a hectic 4 months when I wrote, shot, directed, carried the equipments and edited my documentary. So the boredom became the madness, and here we are now!). Now, to the analysis:



Efendim şimdi bu okunan 429 kitabın, tam 104 adeti Amerikalı, yine 104 adeti ise (tesadüfe bak!) Türk yazarlarımız tarafından yazılmış. Onları 55 kitapla Gallik ülkeler (İngiltere, İrlanda, İskoçya), 49 kitapla Fransa, 16 kitapla Hispanik ülkeler (İspanya, Brezilya, Şili, Kolombiya, Arjantin), 13 kitapla Almanya ve Avusturya, 12 kitapla Rusya, 7 kitapla Nordik ülkeler (ki kendileri Danimarka, Norveç ve İsveçtir), 6 kitapla Afrika (Lübnan, Gine, Nijerya, Somali), 5 kitapla Yunanistan, 4 kitapla Balkan ülkeleri (eski Yugoslavya, Bulgaristan, Saraybosna) ve son olarak da sadece ama sadece 3 kitapla İtalya izlemektedir. Bu da ne demektir, kendi kültürüme değer verirken, Amerika'nın etkilerinden de kurtulamamışım demektir. Ama Amerikan edebiyatı da tadından yenmez ya!!!

104 of the 429 books read are American, again 104 of them are Turkish. The Gallic countries (England, Irland, Scotland) follows the list with 55 books, France with 49 books, Hispanic countries (Spain, Brazil, Chile, Colombia, Argantine) with 16 books, Germany and Austria with 13 books, Russia with 12 books, Nordic Countries (Sweden, Denmark, Norway) with 7 books, Africa (Lubnan, Gine, Nigeria, Somali) with 6 books, Greece with 5 books, Balkan counties with 4 books (the former Yugoslavia, Bulgaria, Bosna and Herzigova) and at last Italy with onyl 3 books. This means that although I care for my own culture, I could not free myself from the American cultural hegemonia. But American literature is to die for, so what can I do!
 

Baylar Bayanlar, analize devam edecek olursak, bu kitapların tam 43 adeti İngilizce'sinden, 22 adeti Fransızca'dan ve yalnız 1 adeti Almanca'dan okunmuştur (o da Küçük Vampir).

To continue with the analysis, 43 of the books were read in English, 22 in French, and only 1 in German. (and that was the Little Vampire- Der Kleine Vampir).

Son olarak top 10 yazar listemi de biraz utula sıkıla açıklıyorum (ki burada zannımca bu kitapların bir kısmının çocuklukta okunduğunu unutmamak gerekir):

 For the last part, we are looking at my top ten read author's list (but please, let's now forget that I read some of them as a child):

1. sırada 13 kitapla Stephen King, 2. sırada 8 kitapla Paulo Coelho, 3. sırada 7 kitap ile Agatha Christie ve Shakespeare, 5. sırada 6 kitabı ile Nazlı Eray, son olarak da beşer kitapla Sylvia Plath, Virginia Woolf, Jane Austen, Irvin Yalom, Jean-Christophe Grangé gelmektedir. Bu liste bize ne anlatır, benim ne kadar çok pulp fiction okuduğumu anlatır. Ama şunu da akılda tutmak gerekir ki, harbi yazarlar sadece 3-4 kitap yazdıklarından nicelik içeren bir listeye girmeleri kolay olmamaktadır.

The first place goes to Stephen King with 13 books, 2. place Paulo Coelho with 8 books, Agatha Christie with 7 books, Nazlı Eray with 6 books, and at the last place with 5 books: Sylvia Plath, Virginia Woolf, Jane Austen, Irvin Yalom and Jean-Christophe Grangé. This list tells us how much I read of pulp-fiction. But we must also remember that the best writers only wrote a few books and therefore it's not easy for them to enter to the top-read list.

Ben bu listeyi yaptım da ne oldu? Dünya daha iyi bir yer mi oldu, alakası yok, barış, kardeşlik? Onlar da hikaye... Bunu bloga yazdım başım göğe mi erdi? Yoooo.

What happened when I made that list? Is the world a better place now, not at all, what about peace, fraternity all over the world?. Well, not really. Did I became a better person. Nah...

Saturday, February 13, 2010

Saatleri Ayarlama Enstitüsü



Benim bu kitabı sonunda elime alabilmemin öyküsü ilginç. Seneler önce Haldun Taner'in bir öyküsünü okumuştum yine zamanı irdelenen, şimdi baktım adı "Onikiye bir var" imiş. Ben sonra yıllarca Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün bu öykü olduğuna kendimi nedense inandırdım. Birkaç ay önce bir sohbette fark ettim ki aslında değilmiş. Tesadüfen babamın karısının kütüphanesinde görünce de artık bu ayıbı temizlemenin zamanıdır dedim ve okumaya başladım.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, umduğum kadar zamanı ve toplumun değişik kesimlerindeki insanların zaman kavramını irdeleyen bir kitap değildi. Nedense ben de böyle bir izlenim vardı ki belki de Haldun Taner'in öyküsüyle karıştırdığım içindir- ah bu kitabın kendisiyle zerre kadar ilgisi olmayan dışardan gelen beklentiler.

Kitap daha çok, Cumhuriyet'le birlikte, yüzyıllardır devam ettirdiği kuralsız, neredeyse kaotik bir yöntemle yönetilen Osmanlı'nın, batının yöntemlerine dön(eme)mesinin analizini oldukça ironik bir tarzda yapıyor. Dünyanın en klişe tabiriyle ne batılı, ne de doğulu olabilme hikayesi S.A.E. (Batılı kısaltma adetiyle böyle der Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ne Halit Ayarcı). Bunun yanında bürokrasinin anlamsızlığına ve bizim buna neredeyse kutsal bağlarla bağımızdan da dem vurur. Biz bürokrasiyi ancak bundan 50-60 yıl önce öğrenmiş bir halk olarak bürokrasiye sıkı sıkıya bağlıyızdır, bir işin çözümü ne kadar uzun sürerse o kadar önemlidir, bir bakanlık ya da devlet örgütü medyada ne kadar boy gösterirse o kadar önem kazanır. Aynı mantıkla ilerlersek, işleri çabucak çözen bir bürokratik organ tercih edilmez, çünkü ya görevi çok önemsizdir, ya da onu yeterince iyi yapmıyordur.

Kitaba karakterleri yönünden bakarsak, kitap Hayri İrdal üzerinden, Osmanlı paşalarından, modern devrin sosyetelerine geçiş olarak yorumlanabilir. Hayri İrdal, hayatı boyunca toplumun hemen hemen bütün kesimlerinden çok değişik insanlarla birlikte yaşar. Fakirleşen bir Osmanlı asilzade ailesinin torunu olan İrdal, çocukluk ve gençlik yıllarını toplumun genelde alt kesimlerinden, hayalperest insanlarla geçirir. Ama onların hayalperestliğinin romantik bir tarafı yoktur, onlar köşeyi dönmenin doğa üstü yollarını hayal ederler; simya ve peri kızı Aselban'ın vaad ettiği hazine...

İrdal'ın son yıllarında karşılaştığı insanlar ise, modernitenin bağrından gelirler. Toplumun hatta hükümetin üst kısımlarında yer alırlar. Onlar da hayalperesttir, ama onlar hayal ettiklerini gerçek olarak karşılarındakilerine öyle bir anlatırlar ki, inanmak dışında bir çareniz kalmaz. Hükümetteki insanları toplumun alt kesiminden ayıran tek şey kendilerine ve uydurdukları yalanlara sonsuz bir inanca sahip olmalarıdır. Toplumda kimse gerçeği istemez, bu yüzden ne söylediğiniz değil, bunu ne gibi bir iktidarla söylediğiniz önemlidir. Tanpınar romanda bunu, o ironik tarzıyla o kadar iyi anlatır ki, kitabın sonunda kendinizi de sorgulamaya başlarsınız.

Halit Ayarcı'nın kendine güveni o kadar yüksektir ki, Hayri İrdal'ın laf olsun diye söylediği bir şeyi tasarlayıp, saatlerin ayarlanmasını modernitenin merkezi haline getirir. Modern insan, hayatı değerli olan insandır ve geri ya da ileri kalan bir saatle değerli dakikalarını kaybedemez. Bu proje o kadar büyür ki, Avrupa ve Amerika'da bile S.A.E.'ler kurulmaya başlar. Yalnız ne yazıktır ki, Avrupa ve Amerika bu hususta da bizi geçer.

500 sayfalık romanın bütün kahramanlarına değinmeyeceğim, yalnız en sevdiğim karakterini İrdal'ın ikinci karısı Pakize olduğunu söylemeden de geçemeyeceğim. Pakize, sinema tutkunudur. Sinemaya o derece tutkundur ki, hergün ayrı bir klasik film kahramanı olarak uyanır, hatta bir ara Hayri'nin Napolyon olduğuna karar verir. Bence kitapta Ahmet Hamdi Tanpınar'ın edebi becerisini en çok konuşturduğu yerler Pakize'yi anlattığı yerlerdir.

Uzun sözün kısası, okumadıysanız hemen alın okuyun derim... Hem keyifle okunan, hem de düşündüren ve doğru noktalara sizi yönlendiren bir kitap. Yıllarca iktidarların külliyen yalan olan beyanlarının bu kadar alkış alabilmesinin nedenini de iyice anlayabiliriz bu kitabı okuyunca diye düşünüyorum.

The Daughter of God and Alexandre Dumas adı nereden gelir/ Where did the name 'The Daughter of God and Alexandre Dumas' comes from

Daughter of God and Alexandre Dumas ne biçim bir ad diye merak edenlere. Sene 1985...  Godard hayranı anam, karlı bir günün gecesinde, ustanın en bomba filmi Week-end'den bu sahneyi izledikten sonra adımı Daughter of God and Alexandre Dumas koymaya karar verir... Çok uzun bu derler dinlemez, Türkçe değil derler omuz silker, Tanrı'yla dalga geçiyor derler oralı olmaz ve imam kulağıma adımı the Daughter of God and Alexandre Dumas...

For the ones who wonder what kind of name The Daughter of God and Alexandre Dumas is. The year is 1985... My mom who is a big Godard fan decided to name me the Daughter of God and Alexandre Dumas in a snowy day, after seeing Godard's masterpiece 'Week-End'... They said that it's too long, but she didn't listen. They said that it's not Turkish, but she didn't care, they complained that it makes fun of God, but she named me after it anyway...


Lost in Lost

*** Spoiler içermemektedir, çünkü yazar Lost'tan hiçbir şey anlamamaktadır...

***Does not contain spoilers, because the writer don't get a thing from Lost...




Hani bu Lost son sezonda daha fazla soru sormak yerine cevap vermeye başlayacaktı? Nerede benim cevaplarım, çabuk bana bir avukat bulun J.J.'yi dava edicem.

Allegedly this season of Lost was about to answer question, instead of creating them? Where are my answers! Quick, find me a lawyer, I will sue J.J.

Şimdi bir kere bu tapınakta takılan adamlar da kim? The other other others mı desek onlara acep? Jacob tanrıydıysa nasıl öldü, Sayid'in içi gerçekten çürüdü mü, Lostie'lerimiz canımızın içleri gerçekten paralel bir dünyada yaşamlarını sürdürüyor mu ? Ayrıca biz hangi yıldayız ben onu da kaybettim.

First of all, who are these dudes at the temple? Do we have to call them the other other others now? If Jacob was the God, how come did he die, is Sayid really bad inside, do our most-lovely Lostie's really live parallel lives in a parallel universe? Also, what year are we again, I got lost it in a few episodes ago.

Ve Claire ölmediyse ben bir neyim? Cevapla bu soruları J.J.!!!

And if Claire is not that, then who am I? J.J., answer all these questions, or else!!!

Friday, February 12, 2010

ne güzel işte


Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından düzenlenen '1. İlk Yönetmen Uluslararası Film Festivali'nde müziği olmayan 'İki dil, bir bavul' en iyi müzik ödülünü kazandı


BAHAR ÇUHADAR

İSTANBUL - Yönetmenliğini Orhan Eskiköy ile Özgür Doğan’ın yaptığı, Urfa’nın Demirci Köyü’ne atanan Denizlili öğretmen Emre Aydın’ın, Kürt çocuklarla geçirdiği bir seneyi anlatan ‘İki Dil Bir Bavul’, sene boyunca çok sayıda ödül toplamıştı. Eskiköy ve Doğan; Adana’da Yılmaz Güney ve SİYAD ödüllerine, Saraybosna’da ‘EDN Talent’a, Abu Dabi’de en iyi Ortadoğu belgeseli ödülüne, Antalya’da en iyi ilk film Altın Portakal’ına layık görülmüştü. Ama şüphesiz hiçbiri, ikiliyi son aldıkları ödül kadar şaşırtmadı. ‘İki Dil Bir Bavul’, son olarak Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından düzenlenen ‘1. İlk Yönetmen Uluslararası Film Festivali’nde ‘en iyi müzik’ ödülünü kazandı. Plaket, yönetmenlere postalandı. Her şey iyi hoştu, ama ortada bir tuhaflık vardı; zira ‘İki Dil Bir Bavul’da müzik kullanımı yok!
Olan biteni Özgür Doğan’dan dinliyoruz; “Aralık başında Bayındırlık Bakanlığı’ndan aradılar, bir festival düzenlediklerini söyleyip ve bizden jüriye sunmak üzere filmin DVD’sini istediler. Bir süre ses seda çıkmadı. Daha sonra bakanlıktan bir sekreter aradı, ‘Size bakanlıktan bir şey yollayacağız, adres verir misiniz?’ dediler. Ödül plaketini gönderdiler, ‘en iyi müzik ödülü’ vermişler, filmimize. Filmimizde hiç müzik yok. Bakanlığı aradım, kimseye ulaşamadım. Çok şaşırdık. İmkansızı başardık ve hiç müzik kullanmadan en iyi müzik ödülü aldık!” Şaka gibi!


*ne güzel işte, jest yapmış bayındırlık ve iskan bakanlığı, en iyi yönetmen ya da filme laik görmemiş, ne verelim en iyi müzik ödülü verelim demişler. müziği varmış yokmuş fark etmez ki, miss congeniality gibi birşey bu da . gözünü sevdiğim ülkem yaa

Tuesday, February 9, 2010

Müzikli Çarşambalar/ Musical Wednesdays- La Bruja

Bugünkü şarkımız Frida'nın soundtrack'inden geliyor: La Bruja. Açıkçası İspanyol kantolarının pek de sevdalısı değilim ama bu hafta bu şarkıyı o kadar çok dinledim ki, buraya koymak farz oldu.

Today's song is La Bruja from Frida's soundtrack. In fact, I don't really like Spanish songs that much, but I had to put this one on this week's post, because I listened to it all week long.

Salma Hayek'in söylediği versiyon:


Salma Hayek's version from the movie:
 



Las Morenas'dan asıl versiyon:


The original version from Las Morenas:



Bir de youtube'da bulduğum Frida Kahlo'nun görüntüleri, ki tadından yenmez:)

And some great footage of Frida Kahlo.

Saturday, February 6, 2010

Özgürlük

"Bu kelimeyi (hürriyet) bugün sadece siyasi manasında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus addedenler korkarım ki, hiçbir zaman manasını anlayamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak suretle aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul, zurna, sokaklara fırladık.
Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, '"Buyurunuz efendim, bendeniz, artık hevesimi aldım. Sizin olsun , belki bir işinize yarar!"' diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan, fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinelere mi benzer? "

Ahmet Hamdi Tanpınar, 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü'

Thursday, February 4, 2010

tozlu fotoğraflar/ Old Photos

 Size ünlülerin bilinmeyen fotoğraflarından bayıldığım bir seçki sunuyorum. Benim en sevdiğim fotoğraf, hem tarihsel niteliği, hemde Monroe'nın kırılgan hali yüzünden Monroe'yla J.F.K.'in fotoğrafı. Hadi bir anket yapalım, ya sizinki?

I present to you a selection of famous people's unknown photos. My favorite photo is Monroe's and J.F.K.'s, both because of its historical value and because of Monroe's fragile look in the photo. What about yours?

Sophia Loren

Genç bir Madonna

Young Madonna

Deli bir Jack Nicholson

Crazy Jack Nicholson


Elizabeth Taylor

tozlu fotoğraflar/ Old Photos

Marilyn Monroe Kraliçe Elizabeth'le tanışırken

Marilyn Monroe meeting Queen Elizabeth


Marilyn Monroe

Wednesday, February 3, 2010

tozlu fotoğraflar

Marilyn Monroe ve yasak aşkı J.F.K.

Marilyn Monroe and her forbidden love J.F.K.



Marilyn Monroe

tozlu fotoğraflar/ Old Photos

Iggy Pop& Blondie

Iggy Pop

Jane Fonda


Stanley Kubrick ve ünlü fallik kompleksi

Stanley Kubrick and the famous phallic complex

tozlu fotoğraflar/ Old Photos

Catherine Deneuve ve kardeşi

Catherine Deneuve and her sister
Ernest Hemingway
Anthony Perkins& Audrey Hepburn


Alfred Hitchcock çocuklarıyla

Alfred Hitchcock with his kids

tozlu fotoğraflar/ Old Photos

Akira Kurosawa& Francis Ford Coppola

Coppola



Oldukça sürrealist Salvador Dali
Salvador Dal, surrealist much?

tozlu fotoğraflar/Old Photos

Bridgette Bardot& Jane Birkin

Kurt Cobain


Johnny Depp

tozlu fotoğraflar/ Old Photos

Bridgette Bardot

Cher, Sonny, Bob Dylan (ki şu an onu dinliyorum)

Cher, Sonny, Bob Dylan (I'm listening to him right now)

Marlon Brando


Charles Bukowski&Rourke

tozlu fotoğraflar/Old Photos





Che


Alain Delon& Romy Schneider

Woody Allen& Diane Keaton

Müzikli Çarşambalar/Musical Wednesdays- Boris Vian

Bundan sonra Çarşamba gününü kendi kendime müzik günü ilan ediyorum. Müzik gününün ilk şarkısı da, kitaplarını çok sevdiğim ama müzisyenliğini bayağı geç fark edebildiğim Boris Vian'dan geliyor, "le Déserteur". Le Déserteur, oldukça naif ve saf bir anti-militarizm şarkısı. Bugünlerde iyi gider diye düşündüm.

I decided to make the Wednesdays 'Musical Wednesdays'. The first song of the 'Musical Wednesdays' comes from someone whose books I adore, but whose music I discovered very late; Boris Vian. "Le Déserteur" is a very naive anti-militarist song. I thought it would suit nowadays very well.





Sözleri/Lyrics:

Monsieur le Président
Je vous fais une lettre
Que vous lirez peut-être
Si vous avez le temps
Je viens de recevoir
Mes papiers militaires
Pour partir à la guerre
Avant mercredi soir
Monsieur le Président
Je ne veux pas la faire
Je ne suis pas sur terre
Pour tuer des pauvres gens
C'est pas pour vous fâcher
Il faut que je vous dise
Ma décision est prise
Je m'en vais déserter

Depuis que je suis né
J'ai vu mourir mon père
J'ai vu partir mes frères
Et pleurer mes enfants
Ma mère a tant souffert
Elle est dedans sa tombe
Et se moque des bombes
Et se moque des vers
Quand j'étais prisonnier
On m'a volé ma femme
On m'a volé mon âme
Et tout mon cher passé
Demain de bon matin
Je fermerai ma porte
Au nez des années mortes
J'irai sur les chemins

Je mendierai ma vie
Sur les routes de France
De Bretagne en Provence
Et je dirai aux gens:
Refusez d'obéir
Refusez de la faire
N'allez pas à la guerre
Refusez de partir
S'il faut donner son sang
Allez donner le vôtre
Vous êtes bon apôtre
Monsieur le Président
Si vous me poursuivez
Prévenez vos gendarmes
Que je n'aurai pas d'armes
Et qu'ils pourront tirer

manası....

Sayın başkan,
Size bir mekup yazıyorum,
belki, vaktiniz olursa okursunuz
Az önce askerlik kağıtlarım geldi
Çarşamba akşamından önce askere gitmem için
Sayın başkan,
ben gitmek istemiyorum,
ben bu dünyada
zavallı insanları öldürmek için bulunmuyorum
Sizi kızdırmak için söylemiyorum
Ama size bildirmem gerek
Kararım kesin
Askerden kaçıyorum.


Doğduğumdan beri
Babamın ölümünü gördüm
Kardeşlerimin gittiğini gördüm
Ve çoçuklarımın ağlamasını
Annem o kadar çekti ki
Şimdi mezarında
Bombalarla dalga geçiyor
Ve solucanlarla dalga geçiyor
Ben esir aldığımda
Karımı çaldılar
Ruhumu çaldılar
ve tüm sevgili geçmişimi
Yarın erkenden
Kapımı kapatacağım
Ölü senelerin üzerine
ve yollara döküleceğim


Je mendierai ma vie
Sur les routes de France
De Bretagne en Provence
Et je dirai aux gens:
Refusez d'obéir
Refusez de la faire
N'allez pas à la guerre
Refusez de partir
S'il faut donner son sang
Allez donner le vôtre
Vous êtes bon apôtre
Monsieur le Président
Si vous me poursuivez
Prévenez vos gendarmes
Que je n'aurai pas d'armes
Et qu'ils pourront tirer

Hayatımı dileneceğim
Fransa yollarında
Bretagne'dan Provence'a kadar
Ve insanlara diyeceğim:
Boyun eğmeyi reddetin
İstediklerini yapmayı reddetin
Savaşa gitmeyi reddetin
Eğer birinin kanını vermesi gerekiyorsa
Gidin kendinizinkini verin
Siz de iyi bir havarisiniz
Sayın başkan
Beni izlemek isterseniz
Jandarmalarınıza tembih edin
Silahımın olmayacağını
ve beni vurabileceklerini...

Tuesday, February 2, 2010

Mezun/Graduated




Dün sabah saat 11'de ben mışıl mışıl uyuyordum, hatta rüya görüyordum. Derken telefona mesaj geldi, ben de rüyamda karşımdaki kişiye (kimdi hatırlamıyorum) ya uyandırma beni, erken kalkmam gerekmiyordu dedim. Ama aynı sıralarda kapı ardı ardına çalınmaya başladı.

Last morning, at 11 a.m. when I was sleeping, and in fact dreaming, a message came to my phone. I said to the person in my dream ( I don't remember who he or she was): "Don't wake me up dammit, I don't have to wake up early. At the same time, the door started to ring very persistently.
 
Bir 20 kere çalınan kapı beni uyandırmayı becermişti. Bir yandan kapıyı açarken (postacıydı, evet, bizde postacı kapıyı iki kere değil 20 kere çalar!), bir yandan da ne mesaj gelmiş diye baktım ki.... Mesaj hocamdan geliyordu, "Tebrikler ve geçmiş olsun"...

The door which rang at 30 times succeeded to wake me up. As I opened the door (it was the mailman, yes here, the mailman doesn't ring twice and twenty times!), at the same time I checked the SMS.... The message came from my professor, "Congratulations and well-done"...
 
İnanın o postacı gitmek bilmedi. Hemen bilgisayara koşup teyit ettim, evet artık üniversite mezunu bir bünyeyim:))))

The mailman didn't leave for some time. I ran to the computer and checked the result, yes I am as now a graduated person.
 
Daha önce yazdığım yazıya uygun olarak hemen açıp Sims 3 oynamaya başladım:D Sonra pazar günü sonunda Soul Kitchen'a gidebildim, iki aydır sakladığım Şili şarabını açtım ve iki gündür cenneti yaşıyorum.

As I wrote before, I opened and started to play Sims 3 immediately:D Then, I went to the 'Soul Kitchen' on my birthday Sunday, opened the Chilean wine that I kept for 2 months for the occasion. I am in heaven since two days:)
 
Bu arada istemeden ara verdiğim blogculuk yaşantıma da son hızımla geri dönüyorum.

I also came back to blogging which I stopped unvoluntarily.  

Bekleyin beni anacığım....

Wait for me...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails