Wednesday, March 31, 2010

Müzikli Çarşambalar/ Musical Wednesday- Nat King Cole

Dün gecenin birinde uykum kaçınca "Julie&Julia"yı izleyiverdim.
Last night, when I couldn't sleep, I watched "Julie & Julia"




Neden hiçbir eleştirmen sevemedi bu filmi anlamadım, ama benim söyleyebileceğim tek şey, şunlardan en az birini seviyorsanız bu filmi de seversiniz; a)yemek yapmak& yemek, b)Meryl Streep, c) 50'lerin Paris'i.... Tahmin etmek zor olmaz ki, ben üçüne de bayılan bir film olarak bu filme de bayıldım. Çok eğlenceli bir filmdi, şimdi tek yapılacak şey, bu haftanın 'Müzikli Çarşambaları'nı 40'lı- 50'li yılların kralı Nat King Cole'a ayırmak, bir de en kısa zamanda Amazon'dan Julie Child'ın Mastering the French Cooking'ini edinmek...

For some unknown reason, Turkish critics didn't love this movie (yes, they are all snobs). The only thing I can say is if you love at least one of the things below, you'll love this movie too; a) cooking & eating, b) Meryl Streep, c)50's Paris...Well, what a coincidence, these are all my favorite things! So, I had no choice but to love it. It was very entertaining, the only thing left for me to do now is to put 40's and 50's real king Nat King Cole in this weeks 'Musical Wednesday' and order Julie Child's 'Mastering the French Cooking' from Amazon...




Tabii ki 'Unforgettable'...

Of course, 'Unforgettable'...



'Fly Me to the Moon'suz bu yazı olmazdı diye düşündüm... İyi eğlenceler...

I couldn't leave 'Fly Me to the Moon' out of this post either... Have fun....

Saturday, March 27, 2010

Nazili filmler ve çocukluk/ Nazi Films and Childhood



Ben Nazi gerçeğiyle daha çocukken tanıştım. 2 film vardır Nazilerle ilgili sahneleri aklımdan hiç çıkmayan. 7 yaşında bir çocuğun gözünden inanılmaz ve kavranılamayacak bir şeydi, hoş 25 yaşından birinin gözünden de öyle ya. Çok etkilenmiştim olanlardan, sonra anneme sordum, o da anlattı diye hatırlıyorum, ama neler söyledi bilmiyorum. (Bir çocuğa Nazilerin anlatılması size garip gelebilir, ama bir pedagog olan sevgili annem, 3 yaşından beri ne sorsam anlayabileceğim şekilde anlatmıştır. Hatta daha anne karnında anlatırmış, bak kızım bunlar bulut, yağmur yağıdıyorlar filan diye, millet de dalga geçermiş:). Sonuç ne oldu derseniz, merak ettiği şeyi öğrenmeden rahata kavuşmayan, meraklı ve çok okuyan bir bünye çıktı ortaya. Annemin en hayran olduğum özelliklerinden biridir bu. -Neyse annemi
 övmeyi geçelim, bir şey anlatıyordum değil mi?)

I first learned about the Nazis when I was 7 years old. There were 2 films about Nazis that I watched as a child and can never forget about. The event was unbelievable and incomprehensible as a 7 year-old girl (ans still is as a 25 year-old one.) I was very affected by it, I asked my mother about Nazis and she told me somethings, but I cannot remember what exactly. (It may seem weird that a mother told her child about Nazis, but as a pedagogue, she answered all of my questions simply. She even used to tell me things when I was still in his belly, "look these are clouds, they make the rain" etc., and people made fun of her:) If you are wondering what was the result, I became a very curious person and a bookworm at the end. This is one of my mothers favorite traits in fact, but enough about my mom, I was telling something else entirely)


Going to Dead by *seraphina5042 on deviantART

foto: Auschwitz, Birkenau Kampı, hakları tamamen bana aittir.

photo: Auschwitz, the Birkenau Camp. all rights reserved by me!

Ama maalesef, adlarını hiçbir zaman öğrenemedim. İlkini daha sonra CNBC-E bir-iki kere gösterdi, izledim diye hatırlıyorum ama ismi aklımda kalmamış diğerinden ise hiç haberim yok.

Anyway, unfortunately, I never learned the names of the films. I watched the first film a few times more at t.v., but I cannot remember the name.

İlk filmi sanırım 7 yaşında, kahramanı bir çocuk diye çocuk filmi olduğunu sanıp izlemiştim. Küçük bir çocuk, önce babasını aldılar kamplara, dedesiyle yaşıyorlardı, dedesinin buradan gidelim ısrarlarına hiç aldırmıyordu, babam geri gelecek sonra bizi bulamaz diye. Sonra dedeyi de aldılar, ya da dede öldü tam hatırlıyamıyorum, çocuk tek başına kaldı. Bir de faresi vardı kibrit kutusunda taşıdığı. Fare deyince hamster filan değil, bildiğiniz fındık faresi... (Olay Almanya'da geçiyor bu arada.) Bombalardan ön cephesi yıkılmış bir bina buldu, onun tavanarasına saklandı çocuk, ama sonra merdiven de çöktü kaldı orada. Sonra karşıda Alman bir doktor oturuyordu, o gördü bir gün oğlanı evine aldı. Evin sarışın mı sarışın, güzel mi güzel bir kızı vardı, bizim oğlanın yaşında, oğlan ona aşık oldu.

I think I saw the first film when I was seven. The main character was a child, so I thought it was a children movie. There was a little Jewish boy, the Nazis first got their father, he was then living with his grandfather. The grandfather wanted to go someplace else, but he refused, because he though that his father cannot find them when he returns. They took the grandfather too, or he died I cannot remember, but at the end the boy stayed alone. He only had a mouse as a pet that he carries in a matchbox... By the way, if I'm not wrong, it was in Germany. 
He found a torn-down building and hided at the ceiling. Then the stairs collapsed.

Sonra doktor köylere doğru kaçalım deyince, ona da babam dedi, yine geri döndü yıkık binaya. Sonra bir ara Naziler binaya girdi, ödümüz koptu çocuğu bulacaklar diye ama bulamadılar allahtan. Gördüğünüz gibi filmi dün izlemişim gibi hatırlıyorum, adı dışında yani. Neyse sonunda Ruslar girdi Almanya'ya da çocuğu bulup kurtardılar. (Onu bulan Rus komutan çok tatlı genç bir adamdı, bunu sevdi, benim içimin yağları eridi filan). Neyse sonunda hakikaten babasını da buldu diye hatırlıyorum. Var mıdır Allah aşkına bu filmi hatırlayan?

As he was about to starve, a German doctor working near the building saw the boy one day and took him home. He also has a very beautiful girl around the boy's age. But shortly after, they decided to go to the countryside too, the boy again refused and turned back to the building. Then the Nazis came to the building but couldn't find him....   As you can see, I remember the film as I saw it yesterday, except the name that is. Anyway, at the end the Russians entered to Germany and saved the boy and the dad really came back too.
Does anyone know the name of the film? Please, please let there be someone who sawed it!


İkinci filmi daha az hatırlıyorum. Polonya'da geçiyordu. Genç bir Hristiyan kız vardı, anne-baba ölmüş, kardeşlerine bakmak için fabrikada çalışıyordu. Sonra Naziler Yahudileri yakalamaya başlayınca, tanıdığı Yahudileri tavanarasında saklamaya başladı. Filmin sonunda tavanarasında iğne atsan bir Yahudi'nin kafasına düşünüyordu, kimi bulduysa saklamış yani. Yemekleri bitmişti, artık kopma noktasındaydılar ki, yine sanırım Ruslar (Ruslar Polonya'yı da kurtardılar mı emin değilim, Fransızlar da olabilir) girdiler Polonya'ya. O filmin son sahnesi de çok etkileyicidir. Askerler geliyor diye hepsi tavanarasına saklandılar, korkuyoruz Naziler bulacak bunları diye. Derken eve askerler girdi, kız artık yapacak bir şey kalmadı diye aşağı indi ki, yabancı askerler (Rus ya da Fransız) evde, koşup bunların komutanına bir sarılışı var....

I remember the second-one a little bit less. It was set in Poland. There was a young Christian Polish girl without mother and father, and she was working in a factory to take care of her siblings. She started to hide the Jews she knew in the ceiling of her home. At the end of the movie, the ceiling was full of Jews. Their food was almost finished, then the Russians (or French, I cannot remember if the Russians entered to Poland or not) entered to Poland. I remember the lat scene of the film very vividly, everyone hided because the soldiers were coming, they heard the soldiers going in to the house. The girl went down and saw that the soldiers were not Nazis, she run and hugged them...

Bu filmleri gören ve ne olduğunu bilen varsa, insaniyet namına bana adlarını söylesin n'olur!

If someone knows about either of those films, please tell me and end this long lasted mystery for me!


Bu filmleri bloga yazmak aklımda vardı zaten, bu gün yazmamın nedeni ise, yeni izlediğim bir film. 'Çizgili Pijamalı Çocuk'. Film 2008 İngiltere yapımı, John Boyne'un romanından uyarlanmış. Bir Alman ailesi, baba bir Nazi kampının yönetimine gelince, kampın yakınında bir eve taşınan bir aile. 8 yaşlarında bir oğulları (Bruno), ve ondan daha büyük, Nazi özentisi gıcık bir kızları var. (Bu arada anneyi Vera Farmiga oynuyor!). Oğlanın da annenin de hiçbir şeyden haberleri yok, ama anne kısa zamanda kampın bacalarından çıkan dumandan neler döndüğünü anlıyor.

I was thinking about writing these films to the blog, but the reason why I wrote them today is another film I saw today; 'They Boy in the Striped Pyjamas'. The film is the adaptation of John Boyne's novel, produced in England in 2008. A German Nazi family moves near a concentration camp. They have a 8 year-old boy (Bruno) and a Nazi wanna-be daughter. (And Vera Farmiga plays the mother.) The mother and Bruno don't have a clue about what is going on in the camps, but the mother discovers it shortly after, from the fog coming out of the camp's chimney.

 

Filmin hikayesi Bruno'nun dolaşırken kamptan bir Yahudi esirle arkadaş olması (ama bu cümle ne kadar klişe görünse de öyle değil.) Filmin hoşuma giden yanı, bütün bu olup bitenlerin anlamsızlığının, bir çocuğun gözünden anlatılması. Mesela, ilk tanıştıklarında Bruno o yalnız takılırken, Schmuel'in o kadar insanla oynamasının haksızlık olduğu söylüyor. Evlerinde çalışan Yahudiler var, Pavel'in doktorken mesleğini bırakıp neden şimdi patates soyduğunu anlamıyor... Film bu tatlılıkta geçecek sanırsanız çok aldanırsınız, öyle bir sonu var ki, sulugözlülerin izlemesi tavsiye edilmez. (Sadece Schmuel ölüyor, Bruno çok üzülüyor gibi bir durum yok, feci bir şey sonu!). Bu arada anne babaya düşman oluyor, çocuk da bayağı bir bocalıyor. Filmin ortalarında durup durup "Benim babam iyi bir insan mı?" diye sormaya başlıyor olanları anladıkça. O iki taraf arasında bocalamalarını çok iyi vermiş film, çocuk da bir şeker ki görseniz.

The film is about Bruno and a Jew (Schmuel) he befriended when walking near the camp. (This synopsis seems cliché, but it's really not). What I liked about the film is that the film tells the meaningless of the whole thing through a child's eyes. For example, the first time they met, Bruno says that it's unfair for him to be alone, when Schmuel gets to play with all those people.He cannot understand why Pavel who works for them left the medicine to peal potatoes... If you think that the film will go this sweetly, you are seriously mistaken! The end is so bitter that I don't advise the crybabies to watch it at all. (It's not like only Schmuel dies and Bruno is very upset, it's so much more horrible!). Meanwhile, the mother got very distanced from the father and the boy tries to understand what's going on. He stars to ask everyone is his father is good man or not. The struggle of the boy is portrayed masterfully through the film. And the boy is super-cute.

 

Daha fazla anlatmayacağım artık, gerisini de izleyiverin. Digiturk gösterip duruyor bu aralar.

Ok, that's all I tell about the film, go watch the rest yourselves!

Friday, March 26, 2010

Fotoğraflı Cumalar- Photography Friday- Tim Flach

Fotoğraflı Cumalar'ı bu hafta internette fotoğraflarına rasgeldiğim bu inanılmaz hayvan fotoğrafçısına ayırıyorum. Hayvan fotoğrafları normalde sanat fotoğrafçılığı olarak görmediğim bir alan, ama Tim Flach harikalar yaratıyor bence.

This week's Photography Friday is reserved for an amazing animal photographer that I found in internet. I don't usually count animal photography as art photography, but I think Tim Flach's photography is no ordinary animal shot.








Yarasalar favorim. Özellikle son fotoğraftaki Bay Drakula...
The photos of bats are my favorite. Especially Mr. Dracula at the end...

Güzel desenli bir hayvan şu zebra.
Zebra is a sure cool patterned animal.

Domuzcuk...
Piggy...

Ve evcil bir kertenkele...
And a lizard as a pet...

Thursday, March 25, 2010

Yeni (yine) blog arkaplanı/ Again a new blog template

Saatlerdir blogun şekli şemaliyle oynayıp duruyorum, girememiş olabilirsiniz, nedeni ondandır. Basit ama göze iyi görünen bir şey istiyorum, deniyorum olmuyor, deniyorum olmuyor... Bu yeni blogger in draft'ın template'lerinin (cümle içindeki ingilizce kelimeleri bulunuz) html kodları bir farklı, bir saattir yazının (post'un) başlığının stilini değiştirmeye çalışıyorum, bana mısın demiyor... Son hali budur, artık oynamak istemiyorum fenalık geldi.

I've been trying to change the blog template yet again for hours, if you couldn't access my page, that's the reason why. I just want a simple template that looks good, but no luck there.... These new blogger in draft templates have different html codes, so I cannot success on changing the post title style for hours.... So, I give up, this is the final outlook (for now).

Bir zahmet alttaki reactions kutucuğundan ya da yorum yazarak söyler misiniz, nasıl olmuş?

Can you please tell me what you think about it from the reactions box or via comment?

Wednesday, March 24, 2010

Kimseye Etmem Şikayet Müzikli Çarşambalarda/ Musical Wednesdays

Bu hafta çok özel biri var Müzikli Çarşambalar'da. Kapalıçarşı'yı gezerken düştü aklıma, bütün haftadır çıkmıyor. Müzeyyen Senar- Kimseye etmem şikayet....

This is, the traditional Musical Wednesdays part of the blog has a special guest. Maybe you can't understand the lyrics or the music seems unfamiliar to you if you aren't Turkish, but listen her special voice for once. Müzeyyen Senar- Kimseye Etmem Şikayet (I complain to no one)...

Tuesday, March 23, 2010

Gaykedi sağolsun

Gaykedi'nin blogunda okuduğum bu alıntıyı olduğu gibi (tabii önce ondan iznimi alarak) yayınlıyorum:

Başbakan'ın iki zaafı var. Biri kendisi germe politikası ustalarından. Soğuk savaş döneminde yetişti. En yumuşak konuşurken bile olmuyor. Beceremiyor. Tabiatı bu.

İkincisi de Erdoğan'ın kafasında bence bir 'tam demokrasi' anlayışı yok. Kendilerine karşı olan sisteme karşı çıkarken onun yerine herkese söz hakkı veren demokrasi inşa edilmiyor. Karşıdaki mutlak doğruya karşı o da 'ben doğruyum' diye geliyor. Eleştiriye asla tahammülü yok. Hele hele parti içinde eleştiriye hayat hakkı hiç yok.

Oysa parti kurulurken yenilikçilerin en öne çıkan tarafı parti içi demokrasiyi savunmalarıydı. Erbakan parti içinde padişahlıkla suçlanıyordu. Ama Hoca'nın müthiş özelliği vardı. Herkesi dinlerdi. Erdoğan onun çok ötesinde padişah oldu. Kimseyi de dinlemiyor.


Psikiyatrist Mehmet Bekaroğlu

Monday, March 22, 2010

Eski İstanbul- Old Town, the Grand Bazaar

Perşembe günü fotoğraf makinemi alıp Eski İstanbul turuna çıktım. Sultanahmet'e ara sıra gidiyorum, ama Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı'na yıllardır uğramamıştım, çok özlemişim.

This Thursday I went to an old Istanbul tour with my camera. I occasionally go to Sultanahmet, but I didn't go to the Grand Bazaar and the Egypt Bazaar for years, I really missed them.



Önce Samatya'ya gidip, ayıptır söylemesi, en sevdiğim yerlerden biri olan Develi'de mükellef bir yemek yedik:). Develi'nin her şeyini ama özellikle fıstıklı kebabını şiddetle öneririm...

First, I went to Samatya and ate a great meal at a place called Develi. Everything they make is great, but the kebab with pistachios is always my favorite....

Ben Samatya'nın bu küçücük meydanını, evleri, sokağı ve en çok da 'İkinci Bahar' vesilesiyle çok seviyorum. Bu da meşhur Ali Haydar Sofrası... Dizinin sonu için bu binayı gerçekten yakmışlardı! (Hala inanamıyorum dizi için bina yakılmasına, sürreal geliyor bana.) Bir süre öyle yanık kaldı, ama birkaç yıl sonra restore edip Ali Haydar Sofrası'nı açtılar.



I like Samatya a lot, it's a small old part of Istanbul and has a tiny square with old houses and restaurants. It's also famous, because the most popular Turkish series ever was shot there. The show was really a big sensation and became a sort of tradition. The shop you see in the picture was one of the main places in the show and they really burnt it for the finale of the series! (Can you believe they actually burn something for real for a tv series? Weird, huh?). It stayed burnt-out for some time, but later they reopened it.



Kapalıçarşı'sının eski hali artık hiç yok, tamamen turistik bir yer olmuş. Takıcılar da turistik imitasyon işlere bulaşmış çoğunlukla, ama hala 1-2 dükkan bulmak mümkün. Halıcıları bunun dışında tutuyorum, onlar hala aynı kalitedeler. Muhteşem halılar gördüm Perşembe günü Kapalıçarşı'da. Bu arada koca çarşıda beğendiğim tek takının, antika elmas küpe olması, fiyatının da 2 milyarcık olması ilginç tabii. O kadar güzel küpelerdi ki, hala aklımdan çıkmıyor:(



This is the Grand Bazaar, one of the largest cowered bazaars of Turkey. It has 58 streets and hundreds of shops. The coolest thing about it that the streets and different parts of the bazaar are divided by the group of goods, so you have carpet street, jewelry street... etc. It opened in 1461. Now, it's pretty much just for tourists, but 20 years ago or so, it was still a very important shopping place for Turkish people too. The only good place left in it is the carpet shops. They still find special silk carpets coming from Iran ect... 

I only liked one piece of jewelry in the whole placei and it turned out to be an antique diamond earring that costs 1000 Euros! (Well, yes  I have a very good taste) 




Oralara kadar gitmişken Mısır Çarşı'sına uğramadan geçemezdim. Ben Mısır Çarşısı'nı Kapalıçarşı'dan daha çok severim. Kokusu yüzünden tabii. Ama fotoğraf açısından çok istediğimi yakalayamadım, çünkü hijyenik olmak adına, çoğu baharatçı kapaklı kutularda tutuyor baharları. Yine de o koku başka hiçbir yerde yok tabii ki....



After the Grand Bazaar, I also stopped by at the Egypt Bazaar which is a 20 minute-walk away. This bazaar used to be just for the spices, now it also has some touristic pieces, but stays mainly for spices. I really like the Egypt Bazaar better, because of its unique and incredible smell of all spices you can imagine mixed together...



Bu da Mısır Çarşı'sından çıkınca karşınızda beliren Yeni Camii. Padişah camiye bu özel bölmeden girermiş...

This is the New Mosque, just at the exit of the Egypt Bazaar. This joint building is the special compartment for the Sultan to enter to the Mosque...



Ve... tabii ki oralara kadar gitmişken hastalığım badem ezmesini almadan dönmek olmazdı. Hacıbekir Zade Ali Muhiddin'in tarihi dükkanı da, Yeni Camii'nin hemen karşısında, dükkan da hala o eski zamanların izlerini taşıyor, ayrıca badem ezmeleri muhteşem...

And of course, I cannot leave Eminönü without tasting my favorite kind of candy. The Ottoman Empire didn't have chocolate until I guess 19th century, but had delicious kind of candies like, of course most importantly, Turkish delight, akide şekeri (hard candy), badem ezmesi (nut pastes- kinda like marzipan)... I'm in love with the marzipans, and this is the place to get them!!! This is the original shop of the first candy-shop of the Ottoman Empire, and they reserved the original feeling of the shop.


Bu da dükkanın Osmanlı zamanındaki hali.
The shop at the Ottoman time.


 Logosunun da hastasıyım.
The original logo that they still use.


Akide şekerleri de çok güzel fotoğraf malzemesi oluyor tabii...
Colorful hard candies are always a good prop for a photo...




Obama çarşıya geldi ya, adam olduk. Bu inci de Mısır Çarşısı'ndan.
Obama is now also recommending shops for you, how nice of him!

Saturday, March 20, 2010

İstanbul Film Festivali Çilesi Part 2- The Pain that is Istanbul Film Festival Part 2


(Tamam abarttım, Büyük Depresyon zamanı kömür sırası da değildi -  Ok, I admit that I exaggerated a little bit, it was not as bad as a line for coal in the Big Depression)

Eveeet, yeterince dinlendim, artık dert yanmaya başlayabilirim. Yani hemem her sene film festivaline gidiyorum ama hayatımda hiç bu kadar ilerlemeyen ve uzun bir sırayla karşılaşmamıştım. Bu kadar bekleyeceğimi tahmin etmemin imkanı bile yoktu, çünkü öyle çılgın bir sırada yoktu ortada, küçücük Kadıköy Sineması'nın (Bilen bilir) içinde -ki aslında sarmal çiziyormuş o sıra, ilk girdiğimde onu anlamamıştım- bir sıra merdivenlere kadar uzanıyordu. En çok 2 saat sürer dedim ki, o da çok anormal bir şey değil, dayanırım dedim. Sonuç.... 4,5 saat!

Now that I rested enough, I can continue my venting.... I go to the film festivals almost every year, but I never experienced such a long line before. I couldn't imagine how long would it take either, because the line was only in a small theater and its stairs (Trust me, I know a long line from waiting for 8 hours for living permit of non-EU citizens in Berlin!). I though I would wait for 2 hours or so, which is normal for this festival. The result... Four and a half freaking hours!

Nedenlerine gelince, sadece 2 tane gişe vardı ve bu sinema Anadolu Yakası'nda bilet satılan tek yerdi. Yoğunluğu tahmin edip en az 5 sıra olması gerekirdi orada, ama nerdeeee.... 2. en büyük neden de, ultra-entel tiplerin (genelde 50 yaş üstüydüler) kişi başı 60 ile 80 arası bilet almalarıydı. Şöyle düşünün; "bana ayın 3. şu sinema, şu seansa şu kadar bilet" şeklinde başlayan dialog 50 film için devam ediyor, haliyle bir kişinin işi 20 dakikada bitiyor...

The reasons are, most importantly, there were only 2 box offices and the theater is the only place that sells tickets in the Anatolian side, for a festival of 200+ films during 3 weeks. There should be at least 5 box offices there! The second thing is that the über-artistic people of my beautiful country (aged 50 and more mostly) bought 60 to 80 tickets per person. İmagine this: the dialogue, give me ... much ticket for the film ... that is in theater ... on the date ...., on the hour.... and multiply it for 50 films. Normally every person spends 20 minutes...

Ne mi yapılabilir? Bu işi küçücük sinemalarda halletmeye çalışmak yerine, bir zaman müzik festivallerinde yaptıkları gibi Kadıköy Meydanı, Taksim gibi 3-4 meydana birkaç seyyar gişe açılabilir, biletix'e daha iyi bir alternatif bulunabilir (hem server'ları çok yavaş, dolayısıyla bütün biletler aynı eyrden alındığı için sürekli bloke oluyor, hele internetten hiç alınmıyor neredeyse, hem de film başına 2 küsür lira para alıyor, ki bu da 10 film alsanız 20 lirayı biletix'e baymak demek), yurtdışındaki büyük festivaller bu işi nasıl çözüyor bu incelenir, bir şeyler bulunur. Lafım size IKSV, yapmayın, prestijli festival yapıyorum diye övünmeden önce, 5 saatlik bilet kuyruklarına bir bakın.

What can be done about this? Instead of selling tickets in three little theaters, they can open 3-4 box offices in big centers of the town, let's say 5 different places, they can find a better alternative to biletix where you can buy tickets online, but has such a slow connection that you cannot really (not especially in the first day of the ticket-selling) and it took 2 liras for each film, so if you buy 10 tickets, you pay 20 liras (around 10 Euros) extra for... nothing really, they can examine how big international festivals cope with it...

Peki 5 saat beklemek gerekiyor muydu? Evet, çünkü daha ben sıradayken festivalin gözde filmleri 'Nowhere Boy', 'Aşkın Son Mevsimi' gibi filmler bitti. İşin ilginci Reha Erdem'in Kosmos'u da ilk biletlerin satışa çıktığı ilk gün saat 3.5 sularında tükendi. Reha Erdem adına çok sevinsem de (bilen bilir, hayranıyımdır) kendi adıma çok üzüldüm. Bal'a da yer aramayın arkadaşlar, o da bitti, Mr. Nobody de....

Did I really have to wait for 5 hours? Yes, because popular films like 'Nowhere Boy' and 'The Last Station' sold out as I was standing in line. The interesting part is Reha Erdem's 'Kosmos' sold out too around 3,5 P.M. Reha Erdem is one of my favorite directors, so I was sorry for myself, but I was happy for him, because he doesn't have such a big crowd usually.

Şunu da söyleyeyim ki, iyi ki erken gitmemişim, çünkü biletlerini 4'de alan birine kıskançlıkla sorduğıumuzda, sabah 9.30'dan beri beklediğini öğrendik.
 
I should also add that, the people who got their tickets around 4 P.M. were waiting since 9.30 A.M., so we were lucky consideringly.

Bu 5 saat içinde haliyle kuyruktakiler kanka oldu, kendi aramızda eğlenmeye çalıştık. Bol bol geyik yaptık, İKSV'ye sövdük, 3. dünya ülkesi olmamızdan dem vurduk, 60 bilet alanlarla dalga geçtik.... Bir açıdan eğlenceliydi yani, 5 saatin sonunda öyle bir hale geldik ki, benim 'şimdi dünyaya meteor düşse, kıyametten önceki son 5 saatimizi burada geçirmiş olacağız' yönlü geyiğime sinemaca çok güldük. Artık kişisel konuşma filan da kalmadı, herkes birbirinin lafına dalmaya başladı, kolektif olarak sıkıldık.

During these 5 hours (yes, I'm rounding it up!), we became best friends with the people waiting in line and tried to have fun among ourselves. We sweared at IKSV (Istanbul Culture and Art Organization), complained about being a Third World Country, made fun of people who buy 60 tickets... So, it was kind of fun, we became so weird after 5 hours, that when I said someone -my new bf :P- "If a meteor crushed the earth right now, we would be spending the last 5 hours before the apocalypse waiting in line", everyone in the theater burst into tears from laughing. There was no personal conversation left, everyone was listening and commenting to everyone's conversation, we were bored collectively.
 
Yazının bu bölümünde şunu demek isterim ki, "Vay be şu Türk milletindeki sinema aşkına bak!"

I should add now "You can't help but feeling amazed at the love of the cinema of the Turks!"

Yazının bu bölümünde 10 film olarak belirlediğim sınırda hangi filmler kaldı, onları yazacağım. Gala filmlerini param olmadığı için kafadan eledim, yer de kalırsa bir hafta sonra Öfke'yi ya da Ben ve Orson Welles'i de listeye ekleyebilirim. İşte listem:

The last part of my post indicates my final choosing. I didn't have much money, so I didn't get any Premier Films (like Jarmush's The Point of Control or Sally Potter's Rage), I can add them to list if I have money to buy tickets later. (Nevertheless of all the bad things, I should say that I payed around 20 Euros for these 10 films + 2 for my friend! because the weekday screenings cost only 1.5 euro!). Here is the list:

1.  Uzay Turistleri (Space Tourists)- 5 Nisan Pzt. 11.00 -Beyoğlu
2.Paris'te Son Konser (Le Concert)- 5 Nisan Pzt. 16.00
3.Dans Rüyaları (Tanztraume) - 8 Nisan Prş 16.00- Beyoğlu
4.Yoldaş Modası (Die Erdbeerfolie)- 9 Nisan Cuma 13.30- Beyoğlu
5.Her Gün Bayram Chaque Jour est une Fete)- 12 Nisan Pzt 11.00-Kadıköy
6.Özgürlük-(Korkorro) 13 Nisan Salı 11.00- Atlas
7. Annemi Öldürdüm (J'ai Tué ma Mere) - 13 Nisan Salı 16.00- Atlas
8.Erkeksiz Kadınlar (Women without Men)- 16 Nisan Cuma 11.00 YR
9. Fobidilya (Phobidilia)- 16 Nisan Cuma 16.00 - YR
10. Beton Park +Hergele(n) Meydanı 17 Nisan Ctesi 13.30- Pera

*Listeye daha sonra eklemeler yapılabilir, saatleri ve yerleri yazdım, ki eğer aynı filmlere gidecek olan varsa görüşelim, sosyalleşelim.

** Kuyruğun büfe yanında geçirdiğim 1 saatlik bölümünde Eti Cin'ler gözümde döndüler, ye beni ye beni dediler, ama almadım arkadaşlar, hala 1 haftadır temizim! (Kutlayın beni, çok zor dayandım)

***Değerlendirme: 10 filmden 4'ünün belgesel olması biraz abartmış olduğumu gösteriyor, yalnız belgesel filmler sonra DVD olarak filan bulunmuyor, bu filmler de ya yönetmenini, ya kendisini iyi bildiğim filmler genelde. Geçen post'da bahsettiğim (post'un türkçesi ne gerçekten bilmiyorum, bilen varsa söylesin, şu türkçe içinde ingilizce yazma mevzusuna son vereyim, her sefer uğraşıyorum post demeyeyim diye) dönem filmi ve biyografiler benim listemde yer alamadı, aslında Nowhere Boy ve Aşkın Son Mevsimine gitmek istemiştim, ama kısmet!

*** Conclusion: I know I exaggerated with 4 documentary films out of 10, but the documentaries cannot be found later as DVDs, and these four have been my favorites either because of its director or the film itseld. The biopics and Era pics there are the highlighted theme of the year didn't enter to my final list, eventhough I wanted to go to the Nowhere Boy and the Last Station (they were sold out).
 

Filmler hakkında yorumlarım festival bitiminde, 18 Nisan'dan sonra...
Critics about the films to come at the end of the festival, after April 18...

İstanbul Film Festivali Çilesi/ The Pain that is the Istanbul Film Festival

tam olarak 14.20'de girdiğim  Kadıköy sinemasındaki İstanbul Film Festivali kuyruğundan  4,5 saat sonra 18.40'da çıkabildim. Kendime geliyim de bir daha söylenicem...

I was in the line for Istanbul Film Festival tickets for 4 and a half hours exactly from 2.20 to 6.40 pm!!! More complaining coming soon, just let me rest first...

A.E.C.B.D.- 1. Hafta

Tam bir haftadır Eti Cin yemedim. Gözümde tütüyor, baktığım herkesin suratı Eti Cin'e dönüşüyor. Rüyalarımda mini mini eti cinler dans ediyor, onsuz yaşamak çok zor, ama biliyorum ki hayat onsuz daha güzel olacak, bu bağımlılığımdan kurtulmalıyım.
Çok geç olmadan siz de bana katılın. Bu illeti beraber yenebiliriz!

Friday, March 19, 2010

Fotoğraflı Cumalar/ Photography Fridays-LaChappelle

Öncelikle üşengeçlikten vazgeçtiğim hem İngilizce, hem Türkçe yazma işini, birkaç arkadaşın da isteği üzerine tekrar başlatıyorum. Gri yazıları geçin anacığım, bundan sonra blog multi-culti (nefret ediyorum bu laftan ondan yazdım!)

Bu hafta bana bir şeyler oldu, baharın göz kırpmasından mıdır bilmem, kendime yeni bir saç stili buldum, bütün hafta moda bloglarında takıldım, kafamda baharda neler almalı, neyi neyle giyerim diye düşünüp durdum... Yani kokoşluğum üstümdeydi bütün hafta.

Bu nedenle Fotoğraflı Cumalarda da biraz moda fotoğrafçılığına dalalım dedim. Moda fotoğrafçısı dediysem, öyle bildiklerinizden değil, deli bir Puerto Rico'lu bu David LaChappelle denen herif. Adını duymamış olabilirsiniz, ama hiç olmazsa Christina Aguilera'nın Dirty'si, Gwen Stefani ve Eve'in Rich Girl'ü, Amy Winehouse'un Tears Dry on their Own gibi videolarını ya da Madonna ve Elton John gibi isimlerin albüm kapaklarını muhakkak görmüşsünüzdür.

Aşağıda da benim en sevdiğim fotoğraflarından saçmeler göreceksiniz...

Yes, even though I was lazy to stop writing both in Turkish and in English before, I decided to re-start it after the requests from a couple friends....
This week, something happened to me; I don't know if it's the spring coming or not, but I waisted my whole week looking on fashion blogs, found a new hairstyle, imagining what to get this spring and what are my options for future outfit combinations... This is why this week's photographer is a fashion photographer. But don't think of an usual-one, this David LaChapelle dude is a crazy Puerto-Rican-one!
Perhaps you may not know him by name, but you did surely see his videos like Christina Aguilera's Dirty, Gwen Stefani and Eve's Rich Girl and Amy Winehouse's Tears Dry on their Own, or albumarts of names like Madonna (Ray of Light) and Elton John.

Below are some of my favorite photos by him...


Bu LaChappelle'in ilk gördüğüm fotoğrafıydı, kendisine hastalığım bundan kaynaklanıyor işte...
This was the first photo I saw of him, hence the source of my addiction for him...




Marilyn Manson



Britney Spears


Lil' Kim


Alexander McQueen (R.I.P)



Reklam fotoğraflarından biri; Evian
One of his ads, Evian Ad



Editoryallerinden biri: İtalya Vogue-Shoe Story
One of editorials: Italian Vogue- Shoe Story



Son işlerinden biri, Lady Gaga
One of his latest works, Lady Gaga


Daha fazlası için,
To see more of it...

http://www.lachapellestudio.com


https://www.artsy.net/artist/david-lachapelle

Thursday, March 18, 2010

Keşke/ As If

İnternet kodlarından, bir de grafikten anlayan biri olsa, hiç işi olmasa sıkılsa, benim bloguma güzel bir layout yapsa, ne hoş olurdu di mi....

I wish that someone who knows about html codes and graphics and has nothing to do would make a cool template for my blog....

Wednesday, March 17, 2010

Müzikli Çarşambalar/Musical Wednesdays- Pter Sarstedt




Bugün filmlerden çok konuştuk, Müzikli Çarşambalar'ın bu haftaki konuğu da soundtrack olsun bari. Darjeeling Limited'in soundtrack'inden Pter Sarstedt- Where do you go to my lovely...

 We talked a lot about films today, so it's only appropriate that we will have a soundtrack in 'Musical Wednesdays' today. Here you go; Pter Sarstedt- Where do you go to my lovely, from Darjeeling Limited....

Aşağıdaki iki video da Darjeeling Limited'den önce gösterilmesi için çekilen ve filmde bayağı bir referans yapılan Wes Anderson'ın kısası Hotel Chevalier. Darjeeling Limited'ın öncesini anlatan 12 dakikalık bir kısa film. Nathalie Portman'ı çıplak görmek isteyenler kaçırmasın :P (Nasıl olsa bloguma sürekli sapık sapık şeyler google'layan insanlar geliyormuş, bari malzeme de vermiş olayım...)

These two videos below are 'Hotel Chevalier'; the short film that Wes Anderson shot to be shown before the screening of 'Darjeeling Limited and makes a lot of references to the film. It tells the story of Jack (Peter Schwarzmann) and his ex-wife and is 12 minutes long. Don't miss it if you want to see Nathalie Portman naked :P



İstanbul Film Festivali rehberi

3-18 Nisan arası gerçekleşecek İstanbul Film Festivali bu yıl 29. yılında tam 218 filmle geliyor! Ben de işsiz güçsüz bir insan olarak kitapçığımı aldım, programımı yapıyorum.

Vizyona daha sonra girecek ve izlediğim filmleri çıkarınca ilk bakışta 28 film işaretlemişim. Ama, sinema-televizyon bölümünde okuduğum ilk yılda 2 haftada 30 film izleyince şunu anladım ki, en başta migrenli bir bünye olmam nedeniyle günde 2-3 film falan izleyemiyorum. Ayrıca filmlerin o zaman tadı olmuyor. Gençlikte sıkça yapılan bir yanlış da şu ki, festivale girdi diye her film güzel olmuyor, yani seçerek gitmek lazım. Kendimi bu sene 10 filmle sınırlamayı düşünüyorum.

Bu senenin bölümleri; Uluslararası Yarışma, Sinemada İnsan Hakları Yarışması, Türk Sineması 2009-2010 (ki bu sene çok birşey vadetmedi bana açıkçası)- içinde yarışma, özel gösterim yeni Türk sineması ve belgesel bölümleri var, Sinema Onur Ödülleri, Akbank Galaları, Yıllara Meydan Okuyanlar, Dünya Festivallerinden, Genç Ustalar, NTV Belgesel Kuşağı, Mayınlı Bölge, LG ile Geceyarısı Çılgınlığı, Çocuk Mönüsü, Canlandırma Sineması :Estonya, Antidepresan, İstanbul: İçeriden ve Dışarıdan, İyi Bir Başlangıç: 30 Yılın En İyi İlk Filmleri, Büyüleyici İsyancılar: Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan Bağımsız Sinemacılar Seçkisi, Şair, Vakanüvis ve İsyancı: Elia Suleiman, Joseph Losey: Class and Power ve Anılarına.

Bu yıl festival daha bir aktivist, İnsan Hakları, Mayınlı Bölge ve Büyüleyici İsyancılar bölümleri politik filmseverleri tatmin edecektir diye tahmin ediyorum. Festivaldeki dönemsel filmler ve biyografiler de dikkatimden kaçmadı. Malum film yapacak konunun azaldığını düşünen yapımcılar, son 10 yılda tarihsel epiklere ve biyografilere yoğunlaştı, bunun bir göstergesi de bizim festival diye düşünüyorum. En başta göze çarpanlar; Tolstoy ve 48 yıllık karısı Sofya'nın aşkını anlatan Aşkın Son Mevsimi (The Last Station) , Gainsbourg, John Lennon'un çocukluğu Nowhere Boy , Mao'nun Son Dansçısı (Mao's Last Dancer), Nazi döneminde Çingenelerin Hikayesi Özgürlük (Korkoro) , Ruanda katliamından bir film Tanrının Gittiği Gün (Le Jour ou Dieu est Parti en Voyage) ve Ben ve Orson Welles (Me and Orson Welles) .

Türk Sineması bölümünün beni çok tatmin etmediğini söylemiştim. Yarışma filmlerinin arasında Yılmaz Erdoğan'ın Neşeli Hayat'ı ve Acı Aşk'ı görmek beni şaşırttı doğrusu. Bir de genelde eski filmlerden güzel bir seçki de olurdu festivalde, bu yıl sadece Sinema Onur Ödülleri'nde Kuyucaklı Yusuf, Özel Gösterim'de Selvi Boylum Al Yazmalım ve İstanbul İçeriden ve Dışarıdan bölümünde bir iki filmle yetinilmiş.

Gelelim öne çıkan filmlere....

BU YILKİ KEŞİFLERİM....


Öncelikle açılış filmi Paris'te Son Konser (Le Concert). Benim hayran olduğum Hayat Treni'nin yönetmeni Radu Mihaileanu'dan daha da mizahi bir müzik filmi. Film, Bolşoy Filarmoni orkestrasıymış gibi davranıp Paris'te bir konser vermeye çalışan çakma Bolşoycuların hikayesi. Eğlenceli olacağı kesin!






Cannes Film Festivali'nde büyük olay yaratan, Kanada'nın Oscar Adayı Annemi Öldürdüm (J'ai Tué ma Mere). Annesinden nefret eden lise öğrencisi eşcinsel Hubert'le annesinin ilişkisi. Filmin henüz 20 yaşındaki Xavier Dolan'ın ilk filmi olduğunu da buradan belirtelim.





Yoav& Doron Paz'dan Fobidilya (Phobidilia). Evinden hiç çıkmadan yaşayan birinin evinin bir emlakçı ve Daniela adında bir kız tarafından gasp edilmesinin hikayesi. Konunun günümüz eleştirisinin yanında, görüntüleri ve atmosferiyle de şaşırtacak bir film.






Gerçek Irak'ı tanımaya çalışan ve Irak'ı baştan sona kat eden değişik bir yol filmi Babil'in Oğlu (Son of Babylon).








Ruanda katliamı sırasında hayatta kalmaya çalışan Jacqueline'in hikayesini şiirsel bir görsellikle anlatan Tanrı'nın Gittiği Gün (Le Jour ou Dieu est Parti en Voyage)







Transit'ten beri bağlılıkla takip ettiğim ve Türkiye'nin en iyi belgeselci olduğunu düşündüğüm Berke Baş'ın yeni filmi Beton Park, bu sefer toplumdaki erkekliği sorguluyor.



Dev Budalar'ın yönetmeninden bu kez bir uzay belgeseli Uzay Turistleri (Space Tourists) , yönetmenin nefes kesici görselliğiyle festivalin çok şey vadeden filmlerinden biri.








Efsanevi dansçı Pina Bausch'un son projesini anlatan Dans Rüyaları (Tanztraume- Jugendliche Tanzen "Kontakthof" von Pina Bausch) benim adından sıkça bahsedildiğini duyduğum ve merakla beklediğim bir film.




Doğu Berlin'de model olarak çakışmış deneyimli belgeselci Marco Wilms duvar yıkılmadan önceki Doğu Berlin'in bilinmeyen moda dünyasını ve bohem hayatını 20 yıl sonra yeniden bulmaya çalışıyor Yoldaş Modası (Ein Traum in Erdbeerfolie)'de. Doğu Berlin modası tüm dünyadan farklıydı, çünkü moda parayla satın alınmazdı, herkes kendi özgün tarzını yaratırdı...






Erkeksiz Kadınlar ( Zanan-e Bedun-e Mardan) İran'ın en önemli (ve nadir) kadın sanatçılarından Şirin Nejat'ın ilk uzun metraj denemesi. Genellikle kadın ve İslam üzerine çalışan Nejat, 1953 darbesinde yaşamış farklı kesimlerden gelen 4 kadının hikayesini inceliyor.







SEVDİĞİM YÖNETMENLERDEN TADINDAN YENMEYECEK FİLMLER....


Exotica'yla tanıyıp sevdiğim Atom Egoyan'ın yeni filmi Büyük Hata (Chloe), Julianne Moore ve Liam Neeson'la çapkın kocasının test etmek için tuttuğu fahişe ve üçlünün arasındaki ilişkinin çığrından çıkmasını anlatan Hitchcockvari bir gerilim filmi.






Jim Jarmusch'un yeni filmi Kontrol Limitleri (The Limits of Control), bu kez İspanya'yı bir uçtan bir uca gezen beyazlar içinde gizemli bir adamın polisiye hikayesi.







Richard Linklater'dan New York Tiyatrosu'nda geçen dönem filmi Ben ve Orson Welles (Me and Orson Welles) de festivalin eğlenceli olması garantili filmlerinden.






François Ozon'dan Yuva (Le Refuge), François Ozon'un aklı ve hayatı karışmış tipik karakterlerini, bu seferde uyuşturucu karmaşasına sokan ve yine karakterler üzerinden yürüyen bir dram.






Sally Potter'ın Öfke (Rage)'i, Jude Law'ın bir kadın mankeni canlandırmasıyla olay yaratan bir film. Film, New York'ta bir modaevinin çalışanlarının cep telefonu kamerasıyla 7 gün boyunca çekilmesiyle moda dünyasını iğneleyen bir film. Bir cinayetle birlikte olaylar da karışıyor. Öfke ayrıca cep telefonuyla çekilen ilk uzun metraj film.




Gördüğünüz gibi 10 film seçmek öyle kolay olmuyor. Bir ara fragmanları da koymayı düşündüm, bir de onları koysam bu sayfa nasıl açılır bilmiyorum. Her şeyi ben mi yapacağım canım, onu da girin youtube'a siz bulun:)


Saturday, March 13, 2010

A.E.C.B.D.



Bu canavarı tanıyor musunuz?

Arkadaşlar itiraf ediyorum, ben bir Eti Cin bağımlısıyım. Biliyorum ki etrafta yüzlerce belki binlerce bu dertten muzdarip insan var.

Her gün Eti Cin yemeden kendinize gelemiyor musunuz? Bir tane yerim diye başlayıp bütün paketi beş dakikada tüketiyor musunuz? Markete gittiğinizde torbanızda mutlaka en az 1 adet Eti Cin oluyor, ama ekmek almayı bile unutuyor musunuz? Bu sorulara cevabınız evetse, siz de hastasınız. Kendinizi kandırmayın, Eti Cin bağımlılığı bir hastalıktır. Ve her hastalık gibi bundan da kurtulabiliriz. Birleşmeliyiz!

Şimdi ben kendi kendime AECBD'yi kurdum (Adsız Eti Cin Bağımlıları Derneği), bana katılın, birlikte bu illeti yenebiliriz.

Katılımlarınız için bu posta yorum bırakabilir, ya da e-mailimden bana ulaşabilirsiniz. (Eti Cin imdat sis çağrı aleti -Batman'inki gibi- üretim aşamasındadır.)

Toplantıların yeri ve içeriği üye sayısına göre belirlenip, yine buradan size bildirilecektir.

Laughing With God

Size Müzikli Çarşambalarda bir Regina Spektor vermiştim sevgili blogger alemi, mutlaka bir dinleyin demiştim. Ama ben biliyorum siz dinlememişsinizdir... Bu yüzden Çarşamba içimde kalan bu güzide şarkıyı da koymak geldi içimden. Kendimi bir ilkokul talebesi gibi hissedip dedim ki: "Ama bugün Çarşamba değil, olmaz bloga müzik Çarşambaları konacak!" Ama sonra kendi kendimin faşisti olmanın mantıksız bir eylem olduğuna karar verip, okuldan ilk kez kaçan bir çocuk muzipliğinde bu muzip Regina Spektor şarkısını da paylaşıyorum, paylaşmalıyım...

I gave you one Regina Spektor in 'Musical Wednesdays' already and said that you should definitely listen to her, but I know that you probably didn't... That's why I'm now putting this song that I had in mind in Wednesday. At first I felt like an elementary school student and said to myself that today is not Wednesday and I shouldn't put music on the blog at least it's Wednesday. But then I decided not to be my own fascist and put this song anyway, feeling kinky like a child who cuts the school for the first time....



No one laughs at God in a hospital
No one laughs at God in a war
No one's laughing at God when they're starving or freezing or so very poor

No one laughs at God when the doctor calls after some routine tests
No one's laughing at God when it's gotten real late and their kid's not back from that party yet

No one laughs at God when their airplane starts to uncontrollably shake
No one's laughing at God when they see the one they love hand in hand with someone else and they hope that they're mistaken
No one laughs at God when the cops knock on their door and they say, "We've got some bad new, sir"
No one's laughing at God when there's a famine, fire or flood

But God can be funny
At a cocktail party while listening to a good God-themed joke or
Or when the crazies say he hates us and they get so red in the head you think that they're about to choke

God can be funny
When told he'll give you money if you just pray the right way
And when presented like a genie
Who does magic like Houdini
Or grants wishes like Jiminy Cricket and Santa Claus

God can be so hilarious
Ha ha
Ha ha

No one laughs at God in a hospital
No one laughs at God in a war
No one's laughing at God when they've lost all they got and they don't know what for

No one laughs at God on the day they realize that the last sight they'll ever see is a pair of hateful eyes
No one's laughing at God when they're saying their goodbyes

But God can be funny
At a cocktail party while listening to a good God-themed joke or
Or when the crazies say he hates us and they get so red in the head you think that they're about to choke

God can be funny
When told he'll give you money if you just pray the right way
And when presented like a genie
Who does magic like Houdini
Or grants wishes like Jiminy Cricket and Santa Claus

God can be so hilarious

No one laughs at God in a hospital
No one laughs at God in a war

No one laughs at God in a hospital
No one laughs at God in a war

No one's laughing at God in a hospital
No one's laughing at God in a war

No one's laughing at God when they're starving or freezing or so very poor

No one's laughing at God
No one's laughing at God
No one's laughing at God
We're all laughing with God


P.S.: Klip pek iyi değil ama idare edin artık....

P.S.: The video is not a very good-one, but deal with it...

Ziyan etmeyen bir kitap...




...Hakan Günday'ın 'Ziyan'ı. Baştan sona zevkle okunan, lafı gediğine koyan ve özellikle dili ve sarkazmın dozunun genelde taşmamasıyla çok beğendim bu kitabı. Kitabın genel teması itibariyle anti-militarist hislerimi, ve bir çok yerinde doğudaki kadınlar üzerine yaptığı yorumlarla da feminist duygularımı oldukça okşadı.

Kitabın (ve Hakan Günday'ın) en sevdiğim yanı Amerika tarafından ezdiklerini teselli edip uyutmak için uydurulan ve şimdilerde hükümetimizce de benimsenen 'political correctness' zırvasına açtığı savaş oldu. Herşeye sövüyor kitapta Günday, askerliğe, dine, Kürtlere, Türklere, Ermenilere.... Ama durduk yere sövmüyor, bunu da belirtmek gerek. Nedensiz bir "ben çok anarşistim, herşeye söverim (İngilizcesi; 'I am an anti-christ and I am an anarchist, don't know what I wanti but I know how to get it') tavrı yok yani....

Hani bazı şeyler vardır ya, siz de bunu düşünmüşsünüzdür hep, ama bir yazar öyle bir yazar ki, sizin asla dile getiremeyeceğiniz keskinlikte... İşte Ziyan benim için bu hissi en çok tattığım kitap oldı. Doğudaki kadınlardan bahsederken kullandığı "saklı nüfus" tabiri ve "intiharın cinsiyeti kadındı" lafı özellikle hafızama kazıldı, hatta ileride araklayabileceğim laflar oldu.

Kitabın 10. bölümden başlayıp eksili sayılara gitmesi de kitabın başka bir beğendiğim yeri oldu. Bir romanın yapısının kitabın kendisini beslediği örnekler çok azdır, ama benim için her zaman çok etkileyici olmuştur, belki de sinema kültürüne fazlasıyla bulandığım için...

Kitabın tek eleştireceğim yanı sonu. Spoiler vermeden çok açıklayamayacağım burada ama, kitabın başından beri çatır çatır söylediği gerçekleri sonunda yutmuş gibi geldi bana. İllederomanolsun'dan bir tek benim böyle hissetmem de bendeki şer düşünceliliği ortaya koyuyor sanırım. Ama en azındani kitabın başından itibaren aralarda bu sonu destekleyecek birkaç küçük ayrıntı olsa belki fikrim değişirdi. Hani 6. His'teki gibi önceden dikkat etmediğiniz ama dönüp geriye bakınca "Haaa..." dedirten birkaç detay.

Bu kitap altını en çok çizdiğim kitap oldu herhalde (bir de Nietzche Ağladığında'nın her yerini çizmiştim böyle), o yüzden lafı daha fazla uzatmadan alıntılara geçiyorum:

"...Bir kitapta okuduğum gibi dünyanın vajinasıdır (Afrika). Başka bir kitapta okuduğum gibi ilk insanın doğduğu yerdir. İnsanoğlu farkında olmadan kendi annesine tecavüz edendir. Hiçbir toplum kendi başına ilkel, hain ve orospu olmaz. Böyle işler için iki toplum gerekir."

"İlk yemeği anasının memesinden gelen ve yediği çanağa tükürmekte sakınca görmeyen erkek, o kadar çok kadın gömer ki toprak bile artık dişidir. Bu yüzden Toprak Ana diye bilinir."

"Devlet öyle bir binadır ki, çöktüğü zaman altında sadece halk kalır."

En sevdiğim alıntı: "Ruh, bir insan icadıdır. Bedeni yaralandığı gün, varlığının bir parçası olan ancak asla zarar görmeyen bir şey hayal etmiş, adını da ruh koymuştur.... Sonrasında da bütün dinler, '"Bedeniniz yoksulluk, hastalık, açlık ve savaşlarla acı çekebilir, ancak biliniz ki ruhunuz cennete gidecektir' diyerek insan ve oğlunu körleştirmiştir. Sonuçta ruh, eti acıyanların hayali arkadaşıdır."

İllederomanolsun'daki ilk okuduğum kitabın bu kadar iyi bir kitap olmasını sağlayan moderatörümüze sevgilerimi sunmayı bir borç bilirim.


Şu anda donarak ölmekte olan Mehmetçiklerimize buradan kucak dolusu sevgiler...

Friday, March 12, 2010

Fotoğraflı Cumalar/ Photography Fridays- Cindy Sherman

Fotoğraflı cumaların 2. haftasını en sevdiğim fotoğrafçı Cindy Sherman'a ayırıyorum.

I reserved the second week of 'Photography Fridays' to my favorite artist Cindy Sherman.

Kendisinden kısaca bahsetmek gerekirse, kendisi özellikle 'Untitled Film Stills' isimli sinema tarafından yaratılan kadın stereotiplerini irdelemesiyle tanınan feminist bir Amerikalı fotoğrafçıdır. Fotoğraflarında model olarak kendini kullanır ve çok tipik pozlar ve mekanlarda küçük oynamalar yapıp fotoğrafta bir gerilim oluşturur. Bunu da, 1970'lerde yeni yeni Marxçı teoriden ayrılarak ortaya çıkan feminist film teorilerinin ortamında yapar ve tabii ki büyük bir ses getirir.

To talk shortly about her; she is a feminist American photographer, who is known especially by her 'Untitled Film Stills' series which criticizes the female stereotypes in cinema. She uses herself as a model and creates a tension playing with typical poses and places. She made this in the 70's, in the climate of a new feminist theory that derived itself from the Marxist theory and of course became a big hit.

Daha fazla okumak isteyenleri şu eski yazıma yönlendiriyor ve altta 'Untitled Film Stills'den en sevdiğim fotoğrafları veriyorum.

I give the link to my old article for the ones who wants to read more and put my favorite photos out of 'Untitled Film Stills' below.






LinkWithin

Related Posts with Thumbnails