Friday, December 31, 2010

Yeni Yıl Şarkısı/New Year Song

As I don't like New Year celebrations a bit, I wasn't thinking of writing a New Year post, but since I listened to this song yesterday at the radio, I must have put it in the blog before I forgot, so Patricia Kaas sings "He talks of love, it's like he's talking about cars" or the real name "That Guy of Mine"

Yeni yıl kutlamasını hiç sevmediğimden yeni yıl temalı bir yazı yazma niyetim yoktu, ama dün bu şarkıyı radyoda dinleyince unutmadan hemen blog'a koymalıyım dedim. Ne demiş Patricia Kaas "Aşktan arabalardan bahsettiği gibi bahsediyor" ya da şarkının asıl adı "Benim Adam"....



ENGLISH TRANSLATION/THAT GUY OF MINE

Saturday, December 25, 2010

Üff

Bu aralar pek yazasım mı yok, ne yazsam bilmiyor muyum öyle bir durumda takılıyorum. Geçen gün haberlerden önce Esra Erol'un programının sonuna denk geldim haberlerden önce (şimdi hemen bilirim ben o denk gelmeyi demeyin, hiç öyle bir yapım yok, izlersem söylerim, hiç utanmam) bir kadın gördüm, kendini ballandıra ballandıra anlatıyor, elli yaşlarında, sabah erken kalkar muhakkak yürüyüş yaparmış, sonra bir duş, güzel bir kahvaltı ve gazeteler... Ben de böyle yapsam diyorum, ne güzel olur diyorum, ne mümkün.

Benim sabahım şöyle geçiyor, zaten saat 1'i geçe yatıyorum uyumam 2'i buluyor, sonra sevgilim aşkım Leo'm sabah altı buçuk dedin mi benim yatakta, yorganın içine girip ayak bacak ne bulursa tırmalıyor. Bacaklarım savaş alanına döndü valla, kan gövdeyi götürüyor içeride, o kadar. Ya bir yolunu bulup onu odadan atıp tekrar uyuyorum, ya da uykum kaçıyor uyanıyorum. Uyuyabilirsem ne ala, yoksa Leo uyuyana kadar bekleyip yeniden yatmam lazım, o da dokuzu buluyor. Ee artık öğleden önce uyanmam imkansız, nerede sabah yürüyüş yapmak. Bari diyorum yoga yapayım, hiç yaptığım yok. Akşamları aklıma geliyor "Aa, ben yoga yapacaktım di mi, bak unuttum, neyse yarın yaparım". Her gün aynı terane yani.

Aman canım neyse, o kadını da görmek için geldiği adam beğenmedi, elektrik tutmamış, adam böyle akça pakça sarışın seviyormuş (adam 60 yaşında çirkin bir tip bu arada). Öyle işte, yürüyüşle olmuyor bu işler demek ki...

Wednesday, December 22, 2010

Tuesday, December 21, 2010

Bir Kedinin Günlüğü


Selamlar, ben Leo, sarmal erkek bir kediyim. Yaşımı tam bilemiyorum, ama genç ve bayağı yakışıklı bir kediyim onu söyleyebilirim. Hikayeme gelince....

Genç yaşta canım çok yandı, dikkatsiz bir sürücü bana çarpınca, kendimi yürüyemez halde sokakta buluverdim. Kalça kemiğiyle bacak kemiğini tutan bağ kopmuş, doktorlar sonra öyle dedi. Bolu Barınağı'na götürüldüm, ama orada bana kimse bakmadı, ne ameliyat, ne bir ağrı kesici... Bir de beni bir sürü köpeğin arasına koydular, neyse geçmişe mazi derler, duygu sömürüsünü bırakalım.



Beni bulduklarında böyleydim işte...


Şimdi yeni evimdeyim. Benim hatunun evi, gerçi içgüveysi yaşıyorum biraz kanıma dokunmuyor değil ama, olsun, kayınvalide de fena değil, geçinip gidiyoruz. Şimdi bizim evlilik bildiğiniz görücü usulü evlilik oldu. Karım internette beni görmüş, beğenmiş, ben o zaman hastanede yatıyordum, ameliyattan sonra iyileşme sürecindeyim, bir de kendimi temizleyemiyorum, öyle bir pisim ki sormayın. Aldı bu beni eve getirdi. Önce ben bir içerledim, tamam anladık görücü usulü evlendik ama, insan bir bana da sorar değil mi yani? Neyse ki karım iyi çıktı, sonra anlaşmaya başladık. Ama ilk günler zordu, o benim huyumu bilmez, ben onun huyunu, bir de bunların dilleri bir acayip, hiçbir şey anlamıyorum...

Bak, eve geldiğim ilk günümde, karıcığımın yatağındayım, ne de pisim ya, üff insan çiçeği burnunda karısının karşısına böyle mi çıkar?

Yine ilk günler, yarama bakın kocaman, çok erkeksi değil mi?

İlk günler geçince anladım ki benim karıcığım bir tane. Tüylerimi tarar, yemeğimi eksik etmez, oyun oynar, hatta bazen ben yemeği beğenmez gibi yaparım, eliyle yedirir, öyle vefalı valla. Ben hastayken uyumadan bütün gece başımda durduğunu, eliyle su içirdiğini bilirim. Bir tane benim karıcığım bir tane.

Şimdi bak bir günümüz nasıl geçiyor anlatayım da, anlayın. Bir kere ben erken kalkmayı severim, saat altı buçuk, yedi dedin mi ben ayaktayım. Ama benim hatun, ooo bıraksan öğleye kadar uyur. Bırakmıyorum, o ayrı tabii. Ayaklarını ısırarak uyandırıyorum diye çok kızıyor, neden anlamadım gitti. Hem ne bu ayrı yataklarda yatmak işi canım, karı-koca dediğin aynı yatakta yatar. Ben de o uyuduğu anda hoop yataktayım zaten, karım bensiz mi yatacak, olacak iş değil yani.

 Benim yerime bu eski pis tavşanla yatmıyor mu, kıl oluyorum, kıl!

Neyse hanım zar zor kalkar, bana kahvaltı hazırlar, ama tek gözü hala kapalı, sonra ben kahvaltımı ederken gidip tekrar yatmasın mı! Gidiyorum yine uyandırıyorum tabii, ama uykusu da bir ağır, bazen uyanmıyor, kaldım mı ben evde bir başıma!

İşte şimdi balkon zamanı, hele balkona güneş vurduysa keyfinden yenmez. Ama bir çay, bir kahve getirenim yok, size söyleyeyim bizim evde bütün gün kahve içilir, o kadar bağırıyorum, istiyorum, bir de damada verelim diyen var mı, yok! Böyle kuru kuru oturuyorum balkonda, allahtan benim hanım biraz sakar, bazen kahveyi yere döküyor da, yerden yalayıp içiyorum, acınacak halim, bir kahve verenim yok ey dostlar. Neyse ben balkonda keyif yapadurayım, bizim hatun kalkar, işte günün en güzel zamanı! O beni okşar, ben onun elini yıkarım (yalarım), sevişir gideriz. Bu öğlen sevişmelerinin üstüne bir şey bilmiyorum valla.

 Yine bloga yazı yazmaya çalışırken yakalandım iyi mi?

Sonra ben şekerleme yaparken, hatun internete girer, sormayın bütün gün bilgisayar kucağında, bir de kıskanç, hayatta bilgisayarını kullandırmaz. Şimdi evde yok da bunları yazabiliyorum, yoksa anında yakalar, bilgisayarın üstünden indirir beni. Amma da değerli bilgisayarı var, hayır ben dışarı bırakmıyorlar ki, gidiyim çalışıp bir iş bulayım, ben kendime o bilgisayarın alasını alırım. Burada ev kuşu halimde nereden bulayım parayı?

Kuş demişken, bu kuşlar yok mu, beni deli ediyorlar dışarıdan. Bir bağırış, çağırışlar, bırakın gideyim diyorum, yok! İlla camdan bakacaksın kuşlara... Ha bir de bu ikisi (kayınvalideyle benim zevce) tuttular bir gün bana tasma taktılar, sokağa çıkacakmışız. Olur mu öyle şey, o kadar kedinin önünde tasmalı gezeceğim, korkuyormuş gibi yaptım, yediler (biraz enayiler biliyor musunuz), neyse hemen girdik içeri, içgüveysilik tamam da, tasma kanıma dokundu abiler ablalar, hiç çıkmam daha iyi.

Kayınvalide normalde sabahları işe gider, ama bazen de gitmez, onda da bir düzensizlik, anlamadım gitti. Uğurlayayım diye kapıya gidiyorum, bakıyorum hala pijamalarıyla oturuyor, bugün gitmeyecekmiş. Gitmesin zaten daha iyi. Size bir sır vereyim mi, hatunun yemekleri iyi güzel de, kayınvalidenin yemekleri yok mu, bayılıyorum, ölüyorum onlara. Bana hamsi yemeği yapıyor mesela, böyle sulu sulu, yumuşacık, aşçının allahı gelse böyle güzel yemek yapamaz. Hatun peşimizde, verme yemek kilo alıyor diye, erkek dediğin biraz kilolu olacak canım, 0 beden erkek mi olurmuş, velhasıl, kayınvalide nereye, ben oraya, belki yemek verir, belli mi olur.

En çok kanıma dokunan ne biliyor musunuz arkadaşlar, bunlar garip bir şeye çişini-kakasını yapıyor, sonra bir yere basıyor, foşşş hepsi gidiyor. Ee ben de onu kullanayım diyorum, izin yok, kapağını kapatıyorlar, o yere ne kadar bassam boşuna, kapak açılmıyor. Ben illa kuma yapacakmışım, yapıyorum, hatun temizliyor. Bence evlilikte bu kadar da içli dışlı olmak iyi değil, bilemiyorum...


Cicim aylarımız işte böyle güzelce geçiyor, ama ne yalan söyleyeyim, ev kedisi olmak güzel şeymiş vesselam.

Friday, December 17, 2010

I ♥ Robinson Crusoe

Robinson Crusoe var ya hani, kitapçı olan İstiklal'deki. Zaten hep derim ölürsem beni oraya gömün, kitapsevenler üstümden yürüsün diye, o ahşap döşeme, yüksek tavan ve tavana kadar kitaplar tabii ki hemen aşkımı kazanmıştı. Her ne kadar hala inatla kitabı, dokuna dokuna, göre koklaya kitapçıdan alsam da, dün üşengeçliğime geldi, baktım Anna Karenina'nın İngilizcesi tek Robinson'da var, bakalım online servisi nasıl dedim ve aldım. Dün 3,5'ta verdiğim sipariş, bugün 2'de elimdeydi, gerçekten inanamadım, kargo fiyatı da çok makuldü, şiddetle tavsiye olunur yani.

Bir de hiç beklemediğim halde, yanında Markafoni'ciğimin hediye çekiyle aldığım cici mi cimi, puantiyeli tüniğim de geldi, bende bir bayram havası... O kadar paketi görünce Leo da kendinden geçti tabii, günümüz güzelleşti, mutlu olduk. Gelelim kitaplara, planım şu, önce Halide Edip'ciğimin Kalp Ağrısı'nı okuyup (kahramanın adı Zeyno olan, hani dizisini çok sevdiğim kitap), sonra Bercuhi Berberyan'ın Ermenistan'da bir Türkiyeli'sine geçeceğim. Bercuhi'yle belgesel çekimlerinde tanıştığımdan beri kitabı çok merak ediyordum, kısmet bugüneymiş. Yılbaşına kadar bunlar biterse, sonra da Anna Karenina'ya dalarım, Şubat sonuna kadar vaktim var, sonra kitap kulübüm de tartışılacak....


Dipnot: Bu yazı tamamen Pisikopati'ye özenip yazılmıştır:)

Photography Fridays/Fotoğraflı Cumalar-Antonio Banderas

Yes, you heard right, Banderas, the protagonist of every women's dreams in the 90's got his first photo exhibition going. 'Secretos Sobre Negros'- Dark Secrets is the name and the photos suit the name. What do you think?

Evet yanlış duymadınız, 90'lı yıllarda rüyalarımızı süsleyen Banderas ilk fotoğraf sergisini açtı. 'Secretos Sobre Negros"- Kara Sırlar sergisinin adı, fotoğraflar da adına yakışır şekilde. Sizce nasıl?








P.S.: Antonio Banderas yaşlanınca Deniz Arman'a mı benzemiş nedir?

Wednesday, December 15, 2010

Antonia's Line-A Feminist Paradise/Bir Feminist Cenneti


"The proverb is wrong. Time does not heal all wounds. It merely softens the pain and blurs the memories."

Although this film got the 'Best Foreign Film' Oscar back in 1996, it skipped my radar and I guess most of yours too. The Dutch director Marleen Gorris was named as the 'angry feminist guerilla' with her previous films and got expelled from the traditional European film scene, but 'Antonia's Line', a much softer film that took years to get completed gave her the place back in the European Cinema.

Bu film 1996 yılında 'En İyi Yabancı Film' Oscar'ı almasına rağmen benim ve muhtemelen sizin de gözünüzden kaçmış bir film. Yönetmen Marleen Gorris, önceki yıllardaki filmleriyle "Kızgın gerilla feminist" olarak anılmasına ve gitgide Avrupa Sinema çevrelerinden aforoz edilmiş olmasına rağmen, uzun yıllar süren çalışmalar sonu çektiği "Antonia's Line"la birlikte hem Avrupa Sineması'na tekrar kabul edildi, hem de 'Yabancı Film' Oscar'ını bir feminist olarak alarak Akademi tarihinde çığır açtı.



The story is based in a small nameless village in the Netherlands, in a little heaven for women. But this is not a men-hater society like the Amazons, just a place where there is no male-female roles and patriarchal constitution get rejected. Here, you can have any role you want to have, you don't need a husband to have a child, or to find love, it doesn't matter if this love is for a man or a woman either. The only important thing here is to live and be happy...

Film Hollanda'nın isimsiz küçük bir kasabasında, küçük bir kadın cennetinde geçiyor. Ama bu Amazon'ların yaşayışı gibi erkek düşmanı bir cennet değil, sadece kadın-erkek rolleri ve ataerkil kurumların reddedildiği bir cennet. Burada herkes istediği role sahip olabiliyor, bir kadının çocuk sahibi olması için evli olması gerekmiyor, sevgiyi bulması için de, bu sevginin bir erkeğe ya da bir kadına yönelik olması da fark etmiyor. Burada tek önemli şey mutlu olmak ve yaşamak....

The beautiful and intelligent Antonia returns to her hometown with her mother's dead and brings her illegitimate daughter Danielle with her. Even though at the beginning some voice were raised, especially by the pastor, the villagers accept Antonia soon enough. In the meantime, Antonia's table got more and more crowded everyday by outcasts, retarded people, single women and Antonia's suitor and his five sons...This peaceful living falls out briefly when Pitte, the demonical youngster rapes her retarded sister Deedee, Danielle attacks to Pitte with a rake, Pitte leaves town and Antonia takes Deedee with her. Because in this village, there is no room for women-exploiters any more. 

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra annesinin ölümüyle doğduğu küçük kasabaya dönen güzel ve zeki Antonia, yanında gayri meşru çocuğu Danielle'i de getirir, her ne kadar başta, özellikle de kasabanın papazı tarafından bazı sesler yükselse de, kasabalıyla Antonia birbirine kısa sürede alışır. Bu arada Antonia'nın sofrası, kasabanın normal değerlerine uymayan insanlarla dolmaya başlar, zeka özürlüler, bekar kadınlar ve Antonia'ya aşık bir adam ve beş oğlu... Bu huzur, kasabanın şeytani genci Pitte'nin zeka özürlü kardeşi Deedee'ye tecavüz etmesiyle kısa süreliğine de olsa bozulur, Danielle Pitte'yi yaralar ve Pitte kasabadan ayrılmak zorunda kalır, Deedee de Antonia'nın yanına yerleşir. Çünkü bu kasabada kadınları küçümseyen erkeklere yer yoktur artık.


When Danielle decides that she wants to have a baby, they follow a radical method, she goes to the city with Antonia and finds a 'stallion' through a pregnant woman, his sister, when they returned to the
village, Danielle was pregnant. The opposition by the pastor got silenced in no time by the villagers with a peculiar method. The pastor's influence in the village got thinner and thinner. All this time, Antonia never starts a war against the villagers, the pastor or the church itself. Her living the life like she wants is a war anyway and one that inspires new people. 

Danielle de çocuk sahibi olmaya karar verince radikal bir yöntem izler, Antonia'yla şehre inerler ve hamile bir kadının aracılığıyla kendilerine bir 'aygır' bulurlar, kasabaya döndüklerinde Danielle hamiledir. Papazın karşı sesleri de kasabalı tarafından kısa sürede ve ilginç bir yöntemle susturulur. Artık papazın kasabalı üzerindeki nüfusu giderek azalmaktadır. Yine de Antonia asla ne kasabalıya ne de papaza ve kiliseye açıktan açığa savaş açmaz. Sadece onun hayatı istediği gibi yaşaması zaten başlı başına bir savaş ve motivasyondur, bu başkalarına da örnek olur.



Living also has a different meaning in this town. Danielle wants to be a painter so she goes to the city to study painting and then comes back to the village and paints her whole life. She doesn't paint so that her paintings would sell in big galleries and she would become famous, the only reason for her to paint is her love for it. Similarly Danielle's daughter is musically gifted, she pursues this passion by composing in the village. People around Antonia don't live for money, success or to achieve a goal, they live to live.

Bu kasabada yaşamaktan anlaşılan şey de farklıdır, Danielle şehirde resim eğitimini bitirdikten sonra kasabaya dönüp resim yapar. Ama bunu resimleri galerilerde satılsın, ünlü olsun diye yapmaz, resim yapmasının tek nedeni resim yapmayı sevmesidir. Benzer bir şekilde Danielle'in kızınında da engin bir müzik yeteneği vardır, o da bunu kasabada besteler yaparak devam ettirir. Antonia'nın çevresinde yaşayanlar hayatı, para, başarı kazanmak, ya da bir amaca ulaşmak için değil, yaşamak için yaşarlar.

Although the girls go to school, they real teacher is Antonia's agoraphobic nihilistic friend Crooked Fingers, he teaches them of Nietzche and Schopenhauer when they are still children, the traditional education is only a boredom to them. Girls who follow Antonia's line are gifted and intelligent enough not to be settle with anything tradition. This is why I call Antonia's farm a heaven, a feminist heaven where men can also live alongside with women and where nobody never gets judged...

Okula gitseler de kızlara öğrenmeleri gereken her şeyi öğreten Antonia'nın evden çıkmayan nihilist arkadaşı 'Crooked Fingers'dır, daha çocuk yaşta Nietzche ve Schopenhauer'i öğrenen kızlar için klasik eğitim zaten sadece can sıkıntısı olur, Antonia'nın yolundan giden kızlar zaten geleneksel hiçbir şeyle yetinmeyecek kadar yetenekli ve zekilerdir. İşte bu yüzden Antonia'nın çiftliği bir cennettir diyorum, feminist olsa da, erkeklere de her zaman yer olan, kimsenin yargılanmadığı bir cennet...

This heaven suffers again when Pitte returns to town and takes his revenge raping Danielle's daughter, but Pitte's days in the village will be limited. Antonia goes to Pitte with a riffle in her hand, but instead of killing him, she curses on him like the Pagan Medea whom Christian World gets afraid for centuries, in this moment both Pitte and the audience knows for sure that this ancient curse of the mother is real and serious. After Antonia left, a couple of villagers beat Pitte and his end comes by his brother. The life in the village returns to normal, but as Antonia says "The proverb is wrong. Time does not heal all wounds. It merely softens the pain and blurs the memories."  

Bu cennet Pitte'nin geri dönüp öc almak için Danielle'in kızına tecavüz etmesiyle yara alır, ama Pitte kasabada uzun süre barınamayacaktır. Antonia elinde tüfekle Pitte'nin yanına gider, ama onu öldürmek yerine, yüzyıllardır Hristiyanlığın korkusu Pagan Medea gibi lanetini Pitte'nin üstüne salar, ve hem Pitte, hem seyirciler bilir ki, bu yüzyıllar öncesinden gelen laneti sorgulamak bile imkansızdır. Antonia gittikten sonra bir kaç kasabalı erkek Pitte'yi döver ve Pitte'nin sonu kardeşi tarafından öldürülmek olur. Hayat yeniden normale döner. Ama Antonia'nın söylediği gibi "Deyim yanlıştır. Zaman her yarayı iyileştirmez. Sadece acıyı hafifletir ve anıları bulanıklaştırır".

'Antonia's Line' i a true gem hidden in the film industry, both its story and its cinematography makes it a film to watch and to be placed among cult films.

'Antonia's Line' gerçekten de film endüstrisinde kaybolmuş bir elmas gibi, hem hikayesi, hem sinema diliyle muhakkak izlenilmesi ve kült filmler arasında yerini alması gereken bir film.


Antonia's Line (1995)
Yükleyen m0vietrailerpark. - Filmler ve diziler Dailymotion'da 


fotoğraflar/photos 

Musical Wednesdays/Müzikli Çarşambalar- Bandista

Hangisini koyacağımı seçemedim, işte size bir sürü Bandista, dinleyin, ama anlayarak dinleyin!



Bandista - benim annem cumartesi





bandista-gavur imam isyanı




Bandista - Hiçbir Şeyin Şarkısı

Sunday, December 12, 2010

Kafka On the Shore/ Sahilde Kafka



I saw 'Kafka on the Shore' on the book stands for sometime, but I didn't buy it until it's the book of the month in my book club. I have conflicting thoughts about the book, and it has to do with its length. A longer book must have a more disciplined storytelling and good structure in order to allow the reader to fully enjoy it. Reading 'Kafka on the Shore' you will fall in love with some 50 pages of the book, while getting lost of interest or getting completely lost on another 50 pages....

'Sahilde Kafka' bir süredir kitapçıların raflarında duruyordu durmasına ama, bir türlü elim ona gitmemişti, kitap kulübümde okutulması nasipmiş demek. Hakkında çelişkili düşüncelerim var, bunların büyük bir kısmı sanırım kitabın uzunluğundan kaynaklanıyor. Ben şahsen uzun kitap yazmanın ayrı bir yetenek olduğunu ve bu yeteneğe sahip olmayanların denememesi gerektiğini düşünüyorum. 'Sahilde Kafka' da böyle bir kitap, bir 50 sayfasına bayılıyorsunuz, sonraki 50 sayfa "Ee, ne yani" dedirtiyor, bir öyle bir öyle gidiyor....

After a negative introduction like this, it's a little bit weird to say that but I liked the book a lot. And the parts which I don't, I let it go. The book has a surreal telling that blends with the real, the world of Kafka Tamura, an ordinary youth life changing into a new world with curses and extraordinary people with ordinary appearances. 
 
Böyle negatif bir giriş yaptıktan sonra kitabı beğendim demek abes, ama beğendim. Beğenmediğim yerleri de "O kadar kusur kadı kızında da olur" deyip görmezden geldim. Gerçek üstü yazarlar favorimdir, özellikle bizim gerçekliğimizle harmanlandığı zaman, Kafka Tamura'nın hayatı da, oldukça sıkıcı bir gencin hayatından, lanetlerle ve sıradan görünen sıradışı insanlarla dolu bir hayata geçiyor.


The book's strongest point is without a doubt its characters. The Nakata, who lost the half of his shadow because of an unknown phenomenon and transformed into a 'not so intelligent' person in his words, is maybe the most original character of the literature history. Maybe it's because of his half-shadow or his lack of intelligence, he also has the ability to talk to cats, and what entertaining talks are they! But if it's the weird cat Kuamura who had a blow in his head, all they can talk is about mackerels...

Kitabın en güçlü noktası kesinlikle karakterleri. Küçükken yaşadığı açıklanamayan bir olay yüzünden gölgesinin yarısını kaybeden, kendi tabiriyle "pek akıllı olmayan" Nakata yazılmış en orijinal ve iyi karakterlerden biri olabilir. Gölgesini kaybetmesinden mi, yoksa insanlarca pek önemli sayılan 'akıl'a çok da sahip olmamasından mı bilinmez, Nakata kedilerle konuşabiliyor, konuşmak ne kelime bayağı tatlı tatlı sohbet ediyor. Tabii bu kedi kafasına darbe yediği için biraz tuhaf olan Kuamura değilse, o genelde uskumrulardan bahsediyor çünkü...

'Kafka on the Shore' is about people who stuck in their pasts, Kafka who was abandoned by her mother as a little kid and never know the reason behind it, the bad father who never could made a peace with it, a man in search of his lost shadow and a woman who lost her young love and who doesn't let the time flow... All of them, even the father; the antagonist of the novel are trying to exist, which is the most inspiring fact about the book. In this war between existence and death, just when they were about to lose it, they met with a entrance stone, a cat hunter Jonnie Walker and a Colonel Sanders (for those who don't know him, he is the face of KFC)

Kitap daha çok geçmişiyle uğraşan insanlarla ilgili, annesi kendisini çocukken terk eden ve bunun nedenini hiç bir zaman anlayamayan Kafka, bu terk edişi sindiremeyen haşin bir baba, gölgesinin yarısını arayan bir adam ve gençlik aşkını kaybedince zamanın akmasına izin vermeyen bir kadın... Hepsi sadece var olmaya çalışıyorlar aslında (evet, romanın kötü karakteri baba bile), kitabın en etkileyici tarafı benim için bu oldu. Onların savaşı kaybedeceği anlarda ise karşıya başka bir dünyaya açılan bir giriş taşı, kedi avcısı bir Jonnie Walker ve ne üdüğü belirsiz bir Albay Sanders çıkıyor (bilmeyen varsa kendisi KFC'nin beyaz bıyıklı amcası).



But don't get fooled by the surrealism in the book and by Murakami's nationality, you're definitely not reading a Japanese novel. Raised by a very traditional father, Murakami has fall in love with the Western Culture. I don't have anything bad to say about the Western Culture, but this book would be more successful, if this book would have more from the traditional Japanese literature. I hope that Murakami can make peace with his own culture in the following books....

Yalnız kitabın gerçek üstülüğü ve Murakami'nin Japonluğu sizi yanıltmasın, kesinlikle bir Japon romanı okumuyorsunuz. Bunun nedeni Murakami'nin belki de babasının gelenekselciliğe tepki olarak geliştirdiği Batı Kültürü aşkı. Batı Kültürüne lafım asla olamaz ama, bu kitap şayet geleneksel Japon edebiyatından (tüm o efsaneler, masallar...) daha fazla iz taşısaydı, çok daha başarılı bir kitap olurdu. Umarım Murakami ilerdeki yıllarda, kendi kültürüyle de barışır....

P.S. : After reading this book, don't discuss it with your friend or read reviews about it, it would only confuse you.
 
Son söz: Bu kitabı okuduktan sonra kesinlikle arkadaşlarınızla tartışmayın, tartışırsanız da onların söylediklerine aldırmayın. Biz denedik gördük, benden söylemesi....

P.S. 2: In Czech Kafka means 'crow' which is the name of Kafka Tamura's alter-ego in the book.

Son söz 2: Kafka Çekçe'de 'karga' anlamına geliyormuş, Karga'ysa kitapta Kafka Tamura'nın alter-ego'sunun adı.

Sunday, December 5, 2010

Frida İstanbul'da

Oley, abarey hatta oldu sonunda oldu bimbambom, hayallerim gerçek oldu bimbambom demek istiyorum....

Pera Müzesi 23 Aralık'ta Frida ve Diego Rivera'nın tablolarının olduğu Natasha-Jacques Gelman’ın koleksiyonunu Türkiye'ye getiriyormuş, sergide Frida'nın 20 tablosu ayrıca fotoğrafları olacakmış... Mutluyum evet mutluyum....

Right now I'm the happiest gal in the world, because Frida's paintings as well as Diego's are coming to Istanbul this month. Oh the joy....

Favori tablom:

My favorite painting by her:





Henry Ford Hospital, 1932



The Two Fridas, 1939


Kırık Kolon, 1944

The Broken Column, 1944


Ormanda İki Nü ya da Toprağın Kendisi ya da Ben ve Süt Annem, 1939

Two Nudes in a Forest, 1939


Otoportre, 1940

Autoportrait, 1940

Friday, December 3, 2010

Fotoğraflı Cumalar- Baba Beni Okula Gönder

Bu hafta 'Fotoğraflı Cumalar'da anlamlı bir serginin fotoğrafları var, 8 yönetmen "Baba Beni Okula Gönder" kampanyası için fotoğraflar çekti, Çağan Irmak, Ezel Akay, Zülfü Livaneli, Derviş Zaim, Sırrı Süreyya Önder, Mustafa Altıoklar, Handan İpekçi ve Ümit Ünal'ın çektiği fotoğraflar 8 Aralık'a kadar Maslak İz-Giz Plaza Beyaz Space'de görülebilecek ve satışlarından edinilecek gelir "Baba Beni Okula Gönder" kampanyasına bağışlanacak.

Proje Çağan Irmak'ın kampanya için yazdığı bir mektupla başladı:

“Belki çantandaki simit olabilirim. Belki kurşunkalemin, silgin, belki son sayfasına gelmiş kareli defterin ya da uzun çoraplı korsanın, küçük prensin, kara balığın, bir şeftali bin şeftalin olabilirim… Neden biliyor musun? Sen umut bağladığım, sen ülkemin aydınlığı, sen gönlümün şenliği, sen küçük kız kardeşimsin de ondan…”

Şahsen benim en sevdiğim fotoğraflar Ezel Akay'ın 'Kibritçi Kız'ıyla Ümit Ünal'ın Cumhuriyet'in ilk yıl ikonlarından esinlendiği "aydede-yıldız-kız" fotoğrafları ama ikisini de internette bulamadım. Artık gidip görmeniz gerekecek...

Çağan Irmak- Babaanne- Torun mutluluğu



Fotoğraflar: Çağan Irmak

Handan İpekçi- Önlüklü Teyze


original

Fotoğraflar: Handan İpekçi

Thursday, December 2, 2010

Pirelli 2011- Julianne Moore

Ünlü Pirelli takvimi bu yıl 'Mitoloji' temasıyla Karl Lagerfeld tarafından gerçekleştirilmiş. İşin benim için ilginç yanı ise Hera'yı Julianne Moore'un canlandırması, güzelliğine hayran olduğum bu kadını bu pozlarda gösterdiği için Karl Lagerfeld'e teşekkürü borç bilirim...

This year, the famous Pirelli calendar shoot was done by Karl Lagerfeld under the theme 'Mythology'. What is curious for me is to see Julianne Moore posed as Hera. I thank Lagerfeld for showing me the actress whose beauty I adore in such poses...



Photos: Karl Lagerfeld for Pirelli, taken from Menly.fr

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails