MASP School of Arts in Sao Paolo, Brazil found a great way to promote his teachings and contacted the DDB to create this interesting campaign. Here we are the inner worlds of Van Gogh, Dali and Picasso...
Sao Paolo, Brezilya'daki MASP sanat okulu reklamını yapmak için oldukça yaratıcı bir yol bulmuş ve DDB ajansından çarpıcı bir kampanya istemiş. Sonuçlarsa oldukça ilginç, işte karşımızda Van Gogh, Dali ve Picasso'nun iç dünyaları....
Bu çarşambanın müziğine başka şey gitmez diye düşündüm, yine gündemde 5 dakika kaldı, ama bu haftanın gerçek gündemi Gülşah öğretmendir. "Böyle adamlarla arkadaşlık ettiği için" suçu kendinde bulan, "en kötü ihtimalle ölürsün" yollu teskinlerle o güçsüz gördükleri bir kadını korumayan koskaca Van Valisi'ne gelsin bu şarkı.
Bir de tabii utangaç Arınç var bu hafta gündemde. Kol, ayak, bacak gibi bir organ olan "vajina" kelimesini duyunca utançtan yüzü kızaran, evli barklı bir kadına "o organ"dan bahsetmeyi yakıştıramayan müthiş bir zihniyetle karşı karşıyayız. Kadını ezmek de yok saymak da bu korkudan kaynaklanıyor işte.
O yüzden şimdi Bandsista zamanı, umarım yakında daha çok şarkılar duyarız, ses çıkarmak lazım ne de olsa.
Mutfak atölye ve kampüslerden
Ofis mahalle hücreden
Çıkıyoruz evlerden
Genelinden özelinden
Meydan da bizim gece de
Yalnız ya da hep birlikte
İsyan isyan
Kadın dile düşünce
Aile devlet mahkeme
Kadın dile gelince
Hükmü yok üstümüzde
Aile de yalan devlet de
Arzu da bizim beden de
İsyan isyan
Saçım kısa eteğim de
Sokaktayım köşede
Kaltak sürtük fahişe
Namus iffet neyse ne
Ağır da olsa bedeli
Islah etmem bedenimi
İsyan isyan
Ucuz esnek ve örgütsüzüz
Göçmen kadınız kimliksiz
Sınırları yıkıyoruz
Evsiz barksız uyruksuz
Emek de bizim kentler de
Yalnız değil hep birlikte
İsyan isyan
Barış da biziz devrim de
Amed de bizim Tahrir de
İsyan isyan
Söz / Lyrics: bandsista Müzik / Music: Rudi Goguel
İkinci Dünya Savaşı’nın toplama kamplarından, kadın hareketinin coşkulu 70’lerine sirayet etmiş, dünya kadınlarının hâlâ söylemekte olduğu bir marş... İstedik ki biz de bu zincire bir halka olalım, bildiğimiz bir dilde, kendi deneyimlerimizden hareketle bir kez daha, birlikte söyleyelim. Çünkü biliyoruz ki mücadele ne şu anla ne de bu coğrafyayla sınırlı.
Bandista ve Bandsista'nın tüm albümleri için şuraya tık tık!
Interestingly enough, my fourth fashion inspiration is a transsexual this time! I know that British television can be quite good if they really want to with that odd British humor and beautiful depressing landscapes (Coupling, Dr. Who, Downton Abbey or Shameless just to count a few), but it really grows some balls this time (pun intended) with Shameless creator Paul Abbott's new drama series Hit&Miss. A pre-op transsexual hit-woman learns she fathered a son after her ex-lover's death and finds herself in a double life managing her time between kills and looking after a troubled family of 4 children. Dysfunctional like Shameless but more dramatic than it with Mia's efforts to feel like a normal woman and the never-ending troubles of the children, this series sure is promising.
İlginç bir şekilde moda ilhamlarından dördüncüsü bu sefer bir trans! Artık hepimiz biliyoruz ki, İngiliz televizyonu isterse müthiş yapımlar çıkarabiliyor (misal Coupling, Dr. Who, Downton Abbey ve Shameless). Bu sefer de Shameless'ın yapımcısı Paul Abbott'la birlikte oldukça cesur bir projeye imza attı ve Hit&Miss serisini yarattı. Ameliyat-öncesi dönemde bir trans tetikçinin eski sevgilisinin ölümüyle bir oğlunun olduğunu öğrenmesi ve birden kendini dört çocuk annesi bulmasıyla başlıyor hikaye. Shameless gibi sorunlu bir aile ama bu Hit&Miss bu sefer daha dramatik ve Mia'nın kendini kadın gibi hissetme ve sorunlu çocuklarla uğraşma hikayesi bir de içine tetikçilik macerası eklenince ortaya oldukça yaratıcı bir dizi çıkıyor.
But for me, there is more to it than drama in the show. First of all, as far as I can remember, we don't see a lot of transsexuals/transgenders on t.v. as persons and not sex worker and /or criminal other than Nip/Tuck and Ally McBeal. So Mia is fresh and long-waited for me and the costume designer department really did a good job creating a real woman, instead of an overly sexualized but still mannish stereotype. I just love how she is dressed trough the entire show, with colorful kimino robes and sexy lingerie for bed and bohemian chic tops and western-inspired accessories in her daily life.
Ama benim için bu dizide dramadan çok daha fazlası var. Öncelikle, hatırladığım kadarıyla bu dizi televizyon tarihinde Nip/Tuck ve Ally McBeal dışında transları seks işçisi ya da suçlu olmanın ötesinde işleyen ilk dizi, üstelik bu dizideki trans dizinin baş kahramanı. Bu yönüyle Mia benim için yenilikçi ve uzun süredir beklediğim bir karakter ve dizinin kostümcüleri de onu genelde transların resmedildiği gibi aşırı seksi bir giyim tarzıyla değil, gerçek bir kadın olarak yaratmışlar. Her bölüm Mia'nın giydiği her şeye bayılıyorum, gece yatarken giydiği seksi iç çamaşırları ve renkli kimonoları, desenli bohem-şık üstleri, hatta çiftlikte giydiği renkli kovboy çizmeleri sanki benim için yaratılmış gibiler.
I love her style so much, because she uses a lot of colors and prints, but also she can look chic and sexy, but yet her outfits always look effortless. And I must also say that Chloë Sevigny should seriously think going brunette, she looks perfect with the black long hair.
Renkli ve desenli giyindiği için Mia'nın tarzına hayranım, ayrıca hem çok şık görünüyor, hem de sanki üstüne bir şeyler giymiş ve hiç uğraşmamış izlenimi veriyor ki, bu yapılması çok zor bir iş. Şunu da söylemem gerekir ki bence Chloë Sevigny kesinlikle esmer olmalı, bu uzun siyah saçlar ona sarıdan çok daha fazla yakışıyor.
Before ending this post, I must also say that I appreciate Sevigny a lot for playing a role like this. It's no secret that her features is a little bit manly and in an industry where beauty is the top thing that will get you to the top, playing a transsexual and letting everyone see you with a penis is no ordinary thing. So my love for her grew just a little bit more with it.
Bu yazıyı bitirmeden şunu da eklemeliyim ki Sevigny'nin böyle bir rolde oynamasını çok takdir ediyorum. Onun gibi erkeksi hatlara sahip bir kadının, güzelliğin tek değer olduğu sinema/tv endüstrisinde bir transı oynaması ve ekrana bir penisle çıkması öyle çok da sık rastladığımız bir şey değil ne de olsa. Bu diziyle ona olan sevgim de katlanarak arttı tabii ki.
As of now, Sky Network didn't admit of renewing this series, but I sure hope that they will come to their senses soon enough, because it must be the best thing that happened to them since Coupling!
Diziyi merak edenlere şunu söyleyeyim, 6 bölümlü ilk sezon bitti, Sky Network de şu ana kadar dizinin 2. sezonunun olacağını daha belirtmedi, ama umalım ki yakında bu haberi alıp 2. sezonu beklemeye başlayalım.
(Aşağıda kitap kulübüm illederoman için yazdığım İhsan Oktay Anar, Yedinci Gün yazısını paylaşıyorum.)
Tanrı
dünyayı altı günde yarattıysa eğer, İhsan Oktay Anar da bize son romanında, hiç
anlatılmayan o yedinci günü anlatıyor; yani Tanrı’nın tatil gününü. Tanrı
evreni yaratıp dünyadan elini eteğini çekiyor ve dünya kendini Tanrı ilan eden
İhsan Sait’in insafına bırakıyor. Son yüzyılın coğrafyamızdaki hazin ve garip
olaylarıyla örülmüş romanıyla Anar sanki “Bu dünya o kadar garip ve acımasız ki
bunu ancak İhsan Sait gibi bir adam yaratmış olabilir” diyor. Dili ve dine
yönelik çoğumuzun bilmediği göndermeleriyle birlikte roman oldukça karışık ve
zor bir yapıya sahip, ancak bu yapıyı biraz da olsun çözmeye başlayınca
romandan keyif almaya başlıyorsunuz ve sıradan bir romanla karşı karşıya
olmadığınızı hissediyorsunuz.
Baba,
Oğul, Hayalet üçlemesinde hem İhsan Sait’in üzerinden insanlığın hallerini ve
zaaflarını izleyip, hem de Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’e geçişte
batılılık ve Türkçülük gibi kavramların nasıl gelişip Türkleri ele geçirdiğini
izliyoruz. Üstelik romanın aralarına serpiştirilmiş bölümlerle daha da ileri
bir noktaya ulaşıp dünyanın yaratılışı ve insanın varolması üzerine de kafa
yormak mecburiyetinde kalıyoruz. Bu nedenden kitabın tam olarak anlaşılmasının,
en azından benim gibi edebiyat eğitimi almamış bir okur tarafından tam olarak
yapılamayacağını düşünüyorum, öyle ki bence bu kitabın da kutsal kitaplar gibi
mealinin yazılması, iyice incelenmesi lazım. Yine de bu karmaşık yapı gözünüzü
korkutmasın, çünkü İhsan Oktay Anar, o nefis diline hiç olmadığı kadar yoğun
bir mizah ve siyasi eleştiri de katıp bizi aslında tanıdık olduğumuz ama çok
yüzeysel olarak bildiğimiz insanları tanımaya zorluyor.
Bence
kitabın en kuvvetli noktası ise varoluşu ve insanı sorguladığı yerler. İhsan
Oktay Anar’ın bize sunduğu derviş “kamil insan” ve amaçsız “sıradan insan”
karşılaştırmasını ise, “Yedinci Gün”ü bir romanın ötesinde bir felsefe kitabı
yapıyor. Belki “Yedinci Gün” okuyanları bir “Puslu Kıtalar Atlası” kadar
kendine aşık etmeyebilir, ama okumanın üzerinden biraz zaman geçince bu kitabın
İhsan Oktay’ın en derin kitaplarından biri olduğunu kabul etmemek elde değil.
I saw this street band many times, but I really discovered them because of my boyfriend who is in love with the santur. The band is form when two travellers (an Israili singer and a French guitarist) met in 2009 and decided to come to Istanbul and start a band. In 2010, the Turkish santur player joined them and since then, Light in Babylon performs on European festivals as well as the Istiklal Street in Istanbul. If you love them, you can buy their album worldwide via their website, and if you're ever in Istanbul, you should definitely check them out.
Bu grubu daha önce İstiklal'de dinlemiş olsam da, kendilerine asıl ilgim santur aşığı sevdiceğim sayesinde oldu. Biri İsrail, diğeri Fransız iki gezginin 2009'daki tanışmasının ardından, 2010 yılında kurulan grup, yanına santur çalan Metehan Çiftçi'yi de alıp Light in Babylon'u kuruyor ve İstiklal Caddesi'nin yanı sıra Avrupa'nın çeşitli yerlerinde de çalmaya başlıyorlar. Şu an albümlerini İstiklal'den ve internet sitelerinden satın alabilirsiniz, ayrıca sitede yazana göre yakında bir stüdyo albümü de çıkarıyorlar. Bu grubu şu ana kadar duymadıysanız bir daha İstiklal'de yürürken kulaklarınızı iyi açın derim!
Uyarıyorum bu yazı oldukça genellemeci, ilk intibaya dayalı sığ bir yazı. Fakat 27 yılda çoğunlukla doğru olduğunu gördüğüm genellemeler bunlar, sizinle de paylaşmadan duramadım. Bakalım siz aynı fikirde olacak mısınız?
Her gün bin kere kullandığımız havadan sudan konuşma kalıpları var ve bunlar sosyal yaşamın ayrılmaz parçaları maalesef (nefret ederim şu anlamsız konuşmalardan, bence zaman kaybından başka bir şey değil). Mesela bir Alman'a nasılsın diye sorarsanız (ki onlar nasıl gidiyor diyor aslında), karşılığında asla "iyi" cevabını alamazsınız, onlar otomatik olarak "eh işte" manasına gelen "gidiyor" derler. Benzer olarak Fransızlar da bu soruya genelde "gidiyor" derler konu kapanır. Amerikalı/İngilizler daha iyimserdir "iyi" derler, konu yine kapanır. Ama geveze milletim Türklere gelince "N'aber" gibi kalıplaşmış bir sorunun cevabı olarak bir saat laf dinlemek zorunda kalabilirsiniz. İşte bu düşünceden yola çıkarak Türkleri şu beş gruba ayırdım:
1. Süper!
En sinir olduğum insan tipini oluşturan bu süperciler grubu, hayatlarında güzel giden herşeyi biz fanilerin suratına vurmak isterler. Bu süperin ardından "Sevgilimle Seycheller'e tatile gittik", "Hayatımın aşkını buldum", "İş yerinde terfi aldım" gibi beni sinirden deliye çeviren bir ya da birkaç cümlenin daha gelmesi kaçınılmazdır. Bu fazla mutlu insanlar iyimserlikleri, yaşam enerjileriyle karşısındaki deliye çevirir, kıskançlıktan çıldırttır ama aslına baktığınızda bu tip insanların ancak yarısı gerçekten o kadar mutludur, geri kalanı sadece mutlu rolü yapıp kendilerini de buna inandırmaya çalışıyordur. Genelde kadınlardan oluşan bu tip insan, aynı zamanda kafe barlarda kadın grupları halinde oturup kahkahalarıyla baş ağrıtan, can sıkan tiplerdir, ekseriyetle uzak durunuz.
2. İyi
Benim de içine girdiğim bu grup, "Nasılsın" sorusunda gerçek bir mana aramaz, iyi der geçiştirir. "İyi" cevabı ardından başka bir soru soramazsınız artık, konuşmanın bu gereksiz kısmı biter, çünkü kimse "iyi" cevabı veren insana, "neden iyi/ nesi iyi?" gibi sorular soramaz, kendisi de ister istemez "iyi" demek zorunda kalır. Ben bir gün kendimi kötü hissetsem bile bunu arkadaşımla paylaşmak istiyorsam zaten konuşmanın bir yerinde paylaşırım ama daha buluşmanın başında insanı sıkmanın da anlamı yok yani.
3. Eh işte
Eh işteciler hiçbir şeyden memnun değildirler, onlara göre hayatları ne kadar güzel, sevgilileri ne kadar taş, patronları ne kadar kanka olursa olsun hayatta hep söylenecek bir şeyler vardır, o yüzden de "nasılsın" sorusuna cevapları ancak "eh işte" olur. "Eh işte" diyen insan her zaman karamsar, bazen sıkıcı, çoğunlukla da suskun içine kapalı bir tiptir. Depresyon "eh işte"nin kaçınılmaz yoldaşıdır ki böyle insanlar arkadaş gruplarının havayı karartanlarındandır. Ha, tabii "eh işte"yi o an gerçekten kendini iyi hissetmediği için söyleyen insanlar da mevcuttur, o yüzden eh işteciler her zaman bir sonraki gruba yeğ edilmelidir.
4. Kötü
Kötücüler yanından hızla kaçılması, mümkünse kendisiyle bir daha asla görüşünülmemesi gereken insanlardır. Daha konuşmaya başlar başlamaz karşısındaki darlar, bütün sorunlarını nefes almadan ortaya döker, ki her zaman fazlasıyla sorunludurlar. Şu tarz bir konuşmayı bu insanlarla sık sık yaşarsınız:
Kötücü: Naber?
Ben: İyi, senden?
Kötücü: Kötü ya sorma, karnım ağrıdı, başım kaşındı, annemle kavga ettim, karım yemeği yaktı, politika da berbat, havalar bir tuhaf vs. vs.
Bu kötücüler aynı zamanda "ne olacak bu dünyanın hali" grubuna da dahil olduklarından söylenmekte üstlerine yoktur, size kendinizi kötü hissettirir, duygu sömürüsü yapar bir de sizden empati kurmanızı isterler. Kesinlikle dünya üzerinde yaşayan en huysuz en sevimsiz insan türüdür ve uzak durulması gerekir.
5. Hamdolsun
Hamdolsuncular tüm bu gruplardan ayrı tuhaf bir gruptur. Bu grubun insanlarını aynı zamanda her cümlede en az bir kez "Allah" demelerinden tanıyabilirsiniz, inşallah, maşallah, evvelallah ve türevi laflar ağızlarından düşmez. Her cümlelerinde Allah'a bağlılıklarını bildirip karşısındakine dindarlığıyla hava atmaya çalışır. Bu tip insanlar sinir bozucudur, ayrıca zaten bu insanlarla konuşmaya çalışmanız da boşuna olur, çünkü büyük olasılıkla her konuya din açısından bakıp canınızı sıkacaklardır.
Türkiye ne yazık ki güzel projelerin en kolay suyunu çıkaran ülke olarak madalya alabilir. Şu Türk Telekom'un yeni reklamını bugün gördüm ve bayağı sinirlendim doğrusu. Reklamı Doğa İçin Çal'ın yapımcısı yapmış, yani ortada bir çalma yok (gibi görünüyor) belki ama bir sorumluluk projesinin fikrinin bir şirkete reklam için satılması ve bir de üstüne başka parça seçmek yerine Doğa İçin Çal'da kullanılan parçaların karıştırılıp kullanılması benim için Doğa İçin Çal'ın tüm keyfini öldürdü, bir daha yapılsa aynı keyifle izler miyim hiç bilmiyorum. Üstelik bir de şarkıların sözlerini değiştirip resmen Aşık Veysel'den jingle yapmışlar. Bildiğiniz sinirlendim televizyon başında.
Bir de pişkin pişkin gitmiş "bu şirket arası bir iletişim projesidir" diyor, iletişim projesi de neden reklam diye televizyonlarda dönüyor ve neden şirket çalışanları birbiriyle ileşmek için şirketi öven şarkı sözleri söylüyor. Yedik mi şimdi biz bunu? Bir de evi günde beş kez arayıp açınca konuşmayan numaranın da bu Türk Telekom olduğunu öğrendim bugün, nefret katsayım beş katına çıktı. TT bir beni rahat bırak da takılan donan internetini düzelt allah aşkına, hala çevirmeli hat kullanıyor tadında dolaşıyoruz internette!
(Note: This week's post is inspired by my latest addiction Song Pop on Facebook.)
(Not: Bu yazı tamamen son bağımlılığım Song Pop'tan esinlenilmiştir.)
I always love love love a good one hit wonder. A new song emerges, everyone's in love with it, then we never hear from the singer/band again, maybe they get married, maybe they turn to their day jobs, but they can never be hit again (and we know sometimes they try). There are great one hit wonders in history, like Final Countdown, Funky Town and my personal favorite Mickey, but because they were hits in my youth, I love the one hit wonders from the 1990's and 2000's the most. So here is my top ten, feel free to add yours :)
Ben kendi adıma tek şarkılık ünlüleri her zaman sevmişimdir. Yeni bir şarkı çıkar ve herkesin dilinen düşmez ama sonra nasıl oluyorsa o şarkıcı/grubu bir daha asla duymayız, belki evlenip yuva kurarlar, belki eski mesleklerine geri dönerler ama bir daha asla tutan bir şarkı yapamazlar. Müzik tarihinde Final Countdown, Funky Town ve benim favorim Mickey gibi oldukça hit şarkılar var, ama belki de benim gençlik yıllarım olduğundan ben en çok 1990-2000'lerin tek şarkılık ünlülerini seviyorum. İşte benim ilk onum, aklınızda başka şarkı varsa söylemekten çekinmeyin lütfen...
1. Aqua- Barbie Girl
Okay, maybe I exaggerated a little bit putting it to the number one spot, but damn that was a great song, the high pitched voice of Barbie, the weird heirdo of Soren, the ambiance. I think it's a shame to the music history that we didn't get more from Aqua and I blame the bald Ken for it (and the fact that Barbie is not blonde of course is a very bold move)!
Tamam, bu şarkıyı bir numaraya koyarak biraz abarttığımı kabul edebilirim, fakat tam olarak değeri bilinmese de bunun çok iyi bir şarkı olduğunu iddia ediyorum ve hatta diyorum ki Aqua'nın başka şarkı yapmaması müzik endüstrisi için ciddi bir kayıptır! (Tamam, belki o kadar da değil, ama hiç olmazsa bir Cindy şarkısı yapabilirlerdi.) Kadının ince Barbie sesi, Soren'in tuhaf saçları ve ah o mekanlar! Ben Aqua'nın kalıcı olamamasında kesinlikle Ken'in kel olmasını suçluyorum (bir de Barbie sarışın değil tabii, o da inandırıcılığı zedelemiş olabilir.)
2. Alien Ant Farm- Smooth Criminal
I never have been a Jackson fan (oh, shame on me I know), but this song was a killer. So why couldn't they really make it. After all, they had a cool name, a good first hit and they even had a monkey on their video. When I look at it, I really think that a bad hairdo can ruin your career and if you form a band, don't take a fat guy in. But I wish they covered all the M.J. songs, they could make a good Billie Jean cover.
Ne kadar ayıp olsa da, utanmadan burada açıklıyorum ki ben asla bir Michael Jackson hayranı olmadım, ama bu şarkı gerçekten muhteşem bir cover. Düşününce Alien Ant Farm'ın neden ünlü olamadıklarını anlamakta zorlanıyorum, sonuçta kendilerine süper bir ad bulmuşlar, ilk şarkıları en çok dinlenen parçalardan olmuş, üstelik kliplerinde maymun bile var. Söyleyin bana daha ne yapsın bu çocukcağızlar? Ama diğer yandan gruba şişko oğlan almak hiç de iyi bir fikir değilmiş, bir de hepsi çok bir çirkin midir nedir? Yine de onlardan bir Billie Jean cover'ı dinlemek hiç de fena olmazdı bence.
3. New Radicals- You Get What You Give
I really don't know why they didn't make it, the song was cute, the video was cheery and cute, the guy was cute. Too much cuteness maybe, who knows?
Bu grubun neden tutmadığını gerçekten anlamıyorum, şarkı tatlıydı, klip tatlıydı, çocuk tatlıydı. Çok fazla tatlılıktan olabilir mi dersiniz?
4. American Hi-fi - Flavor of the Week
I still listened to this one. It was a great song and the band actually did make albums later on, but they never really had another hit (if I don't miss it completely). I loved the sound, the song, but what I loved the most was the lyrics, "Her boyfriend he don't know, anything about her, he's too stoned Nintendo....". Wait a minute I see it know, it's the spelling that killed them!
Ben bu şarkıyı hala dinliyorum. Sıkı şarkıydı ve grup aslında bir kaç albüm daha yaptı ama asla bu şarkının ününe ulaşamadılar. Şarkı ve tarzları güzeldi ama bu şarkının en baba yanı sözleri: "Her boyfriend he don't know, anything about her, he's too stoned Nintendo...."
5. Wheatus- Teenage Dirtbag
Here is a shocker again, how could we lost Wheatus? The song was cute + loser was a sickly cute movie and the singer can both sing male and female parts! Just imagine to have ultimate duets with just one singer, like a dream coming true. There are a few factors why Wheatus didn't make it if you ask me, most importantly there is a serious fashion crime in this video with awful hats, the voice of the singer is too high pitched to be a male voice and he got blinding white teeth which scare me a lot. Nevertheless a great song for every teenage losers out there.
Wheatus'un tutmamasına da inanmakta zorlanıyorum. Şarkı çok şekerdi ve "Loser" fazlaca şeker bir filmdi, ayrıca solist şarkının hem kadın hem erkek bölümlerini söyleyebiliyor, daha ne isteriz? Düşünün ki Wheatus tutsaydı, 10 yıldır tek adam tarafından söylenen düetler dinliyor olabilirdik. Bence Wheatus'ın tutmamasının bir kaç nedeni var, bunların en önemlisi kuşkusuz klipte çılgın şapkalarla modanın katlediliyor oluşu. Ayrıca adamın şarkının kadın kısmındaki ipince sesi beni biraz tıstırmıyor da değil hani. Yine de müzik dünyası böylece yıllarca eziklerin dinleyebileceği bir şarkı kazanmış oldu.
6. Joan Osborne- One of Us
It's the hair, it's the nose piercing, no it's Joan Osborne. We have the countryish God conscious, humanitarian One of Us on the 6th spot. It was a nice song, but I never could love Joan Osborne for some reason and personally I cannot imagine having more hits by her in which she preaches us one way or another.
O bir saç, o devasa bir hızma, hayır o Joan Osborne. Listenin 6 numarasında country'imsi hümanist parça One of Us var. Aslında şarkı güzeldi ama bir anlamdan ben Osborne'un tutmamasına seviniyorum, yoksa senelerce o ya da bu konuda vaaz veren şarkılar dinleyebilirdik kendisinden gibi geliyor bana.
7. Las Ketchup- The Ketchup Song
Ah, the song that no one can sing. Beside from the fact that a band called Las Ketchup is always cool, these three beautiful women rocked the charts with their weird, cute, entertaining song 2002. To be honest, I still think that they sing in gibberish (no offense to spanish, it just seems to me that this song cannot mean something serious). We all thought it was a silly song yet we all knew the silly dance. Long story short, they didn't make it either but that was a cool song to dance for a while.... P.S.: I know that this is not the original version, but this is the one I knew and loved, so deal with it.
İşte hiçbirimizin söyleyemediği bir ketçap şarkısı (denemediğimizden değil tabii). Adlarının çok yaratıcı olması dışında, bu üç güzel kadın tuhaf, şirin ve eğlenceli şarkılarıyla 2002 yılında listeleri altüst etmişti. Her ne kadar şarkı bana ispanyolcadan çok uydurma bir dil gibi geliyor olsa da, ve her ne kadar şarkıyı dinleyen herkes bunun çok aptalca bir şarkı olduğunu düşündüyse de yine de hepimiz dansının ezbere biliyorduk. Ketçap şarkısı belki müzik tarihinin mihenk taşlarından olamadı ama bir süre hepimizi eğlendirdiği kesin.
8. Jennifer Paige- Crush
It's a wonder how this song ever made it, but she was big for a (short) while. The song is so so, the singer is the girl next door without any particular charm so it's no brainer why we didn't hear from her again. It's a cute love song though.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu şarkının nasıl tuttuğunu anlamakta zorlanıyorum. Şarkı sıradan, ses vasat, kız çok ama çok sıradan, yani aslında Jennifer Paige'in neden tutmadığını anlamak hiç de zor değil.
9. Los Del Rio- Macarena
Oh, this song always reminds me of my screensaver with macaronis dancing the macarena ( they don't make such good screensavers anymore, it was hilarious!). No need to say much about it, everyone still remembers the dance moves and most of us still cannnot stop ourselves to do them whenever we hear the song (like me right know). And if it isn't enough, you gotta admit that the video is kinda awesome! (Maybe I need to put it on a higher spot).
Biliyor musunuz bu şarkının çıktığı yıl makarena dansı yapan makarnalarlı bir ekran koruyucum vardı (ah o ne güzel ekran koruyucuydu, oturur onu izleyip dans ederdim.) Bu şarkı hakkında çok söz söylemeye gerek yok aslında, hala herkes makarena dansının hatırlıyor ve çoğumuz bir yerde bu şarkı çalarsa hala kalkıp bu dansı yapıyoruz (benim de şu anda yaptığım gibi). Üstelik klip de saçma ötesi güzel (Belki de bu şarkıyı listede biraz yukarı koyabilirdim, evet).
10. Baha Men- Who Let the Dogs Out
I never liked this song, but I cannot stop hurling "who who who" if I ever listened to it. And it's the perfect one hit wonder, because no one on earth don't have a clue who these Baha Men are. Do you?
Aslında bu şarkıyı hiç sevemedim, ama yine de ne zaman çalsa "who who who" diye bağırmaktan kendimi alamıyorum. Ve bu şarkı tam bir tek şarkılık grup parçası örneği, ben şahsen Baha Men kimdir nedir hiç tanıyorum. Ya siz?
Bonus track: t.a.T.u.- All the Things She Said Bonus Şarkı: t.a.T.u- All the Things She Said
I put this awful song as the bonus track, because it revives my faith in the music industry. If a song is that bad, it doesn't matter if you act like a lesbian couple and kiss under the rain with school uniforms on, you still won't make it. They appeared in Eurovision and made another album, but as soon as the boys cooled their heads off, t.a.T.u was dead and erased from the music industry (thanks to the music gods!).
Bu korkunç şarkıyı bonus olarak listeye koydum çünkü bu şarkı insanın müzik endüstrisine olan inancını kuvvetlendiriyor. Şöyle ki eğer yağmur altında üniformayla şarkı söyleyen iki lezbiyen bile kötü bir şarkıyla ünlü olamıyorsa, müzik endüstrisi düşündüğümüz kadar da kötü durumda değil demektir. t.a.T.u daha sonra Eurovision'da yarıştı ve bir albüm daha yaptı, ama Tanrıya şükürler olsun ki bir daha hit bir şarkı yapamadılar.
"Güvercine Ağıt"ı kitap kulübümle birlikte aylar önce okudum aslında, dolayısıyla bu da oldukça geç kalınmış bir yazı. Şimdi geriye bakıp bir değerlendirme yaptığımda, “Güvercine Ağıt”ı eksikleri/iyileriyle inanılmaz derecede Mungan’ın “Şairin Romanı”na benzettiğimi görüyorum. Olaylar/kişiler/mekan vs. tabii ki farklı, yani niyetim bir öykünme/araklanma iddiasında bulunmak değil, Türk romancılığında yeni bir akıma dikkat çekmek. Gürsel Korat da Murathan Mungan da kitaplarında günümüzden farklı bir dünya yaratıp (gerçek ya da hayali), o coğrafyanın içinden birbirinden farklı karakterler yaratıyor ve bir şekilde bu farklı hikayeleri bir araya örüp bir roman yaratmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de modern bir masalcı gibi davranıyorlar. Ancak, belki de bu tür bir romanın kurgusunun zorluğundan dolayı, Korat da Mungan da bana göre bu çeşit bir yapılanmayı tam olarak kotaramamışlar. (Mungan’la ilgili eleştirilerimişuradanokuyabilir/hatırlayabilirsiniz)
Bu konuda oldukça başarılı birkaç örnek ülkemizde mevcut, kuşkusuz bu konuda en başarılı yazar bana göre İhsan Oktay Anar’dır, ondan sonra da (çok insan beğenmediyse de) en azından okuduğum dönemde beğendiğim Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı”sı, bu kurguyu iyi başarmış kitaplardır. Dünyada ise en başarılı örnek Amin Maalouf’tur bana göre. Bu tür kitapları iyi yazıldıklarında çok seviyorum, çünkü hem edebiyat ve sinemada sıklıkla kullanılan farklı hayatların kesişmesi konusunu işliyorlar ve okuyucuya çok sayıda ilginç karakter sunuyorlar, hem de anlattığı coğrafyayı daha iyi anlamamıza yardım eden hikayeler/masallar barındırıyorlar.
Şimdi gelelim “Güvercin’e Ağıt”a. Aslında kitabın başlarında kitabı sevmiştim, üstelik bence kolay okunan hızlı akan bir kitaptı. Bunda belki kitabın başında daha çok Ermeni keşiş Civan’ın rol alması sebep olmuş olabilir. Daha sonraki karakterlerden Gülbeyaz’ın hikayesini de çok sevdim ama ortasından sonra kitap çok karıştı ve hem yazar hem okuyucu açısından içinden çıkılması zor bir hal aldı, sonu da tüm hikayeleri bağlayamadı ve bir şekilde ortada kaldı. Sonuçta okuma bittiğinde benim içimde bir tamamlanmamış hissi oluştu ve kitap bana bir katarsis sunmak yerine kafamı karıştırarak bitti.
Yine de, kitabın içindeki bazı hikayeleri ve kullandığı değişik dil/lehçeleri okumayı ve özellikle kitabın feminizme varan kadın karakterlerini çok sevdim. Keşke bu kitap yayınlanmadan önce iyi bir editörün elinden geçse ve sonları tekrar yazılsaydı ama artık maalesef Türkiye’de ne yazar ne çeviri açısından iyi bir editör kalmadı galiba. (Neyse lafı iyice dolandırmadan huzurunuzdan ayrılıyorum artık.)
I've never been a Batman fan myself, because let's face it, Bruce Wayne is just a rich guy with a lot of toys and no one to play with and it seems to me that he's just a tad too ambitious to wear latex and cape. But the Batman cartoon series and Tim Burton movies made me watch it until now. But with "The Dark Knight Rises", I think I also put an end to the Batman franchise all together.
Doğrusunu söylemek gerekirse hiçbir zaman öyle aman aman bir Batman hayranı olmadım, çünkü aslına bakarsak Batman bir süper kahramandan çok canı sıkılan zengin bir adam neticede ve sanırım latex ve pelerin giyme merakı onu süper kahraman olmaya itmiş (ah zavallı zenginlerin can sıkıntıları sen nelere kadirsin!) Ama çocuklukta izlediğim Batman çizgi filmleri ve Tim Burton filmleri şu ana kadar kendini izletiyordu, taa ki Christopher Nolan'ın "Kara Şövalye Yükseliyor"una kadar.
Other than being 3 hours long with no really storyline, this Batman lacks some qualities that are a must in any good super hero movies:
Filmin üç saatçik olması ve hikayesinin pek de tatmin edici olmamasının yanı sıra, bu Batmancik çekilirken her iyi süper kahraman filminde olması gereken bir kaç küçük özelliği atlanmış maalesef:
Boo, I'm so scared!/ Aman çok korktum!
1. (and the most important) A cool anti-hero. So far we had Joker, the gorgeous Cat Woman (Pfeiffer, not Berry), Mr. Freeze and Poison Ivy (and maybe even the Riddler). They all have super powers and a damn good reason to be just that bad. Now, we have a terrorist (American much babe?). He is ugly, he talks weird and although he have his reasons, the nemesis raises no sympathy at all, he's just obnoxious.
1. (ve en önemlisi) Sağlam bir düşman. Şu ana kadar Batman'de Joker, Kedi Kadın (tabii ki Pfeiffer yoksa Hale Berry'nin kedi gibi davranmasına iyi diyecek halim yok), Mr. Freeze ve Poison Ivy (hatta belki Bilmececi) gibi ilginç karakterler gördük. Şimdi ise süper gücü falan olmayan, Amerikan paranoyasını oldukça besleyici bir teröristimiz var, diğer düşmanların sağlam bir hikayesi ve sempatik bir tarafları var, Bayne ise tuhaf devasa bir adam sadece.
2. Tim Burton's Batman movies all had an original style and a beautifully created Gotham City. Now we have.... a city that looks exactly like NY. No originality, no nothing.
2. Tim Burton'un Batman'lerinin her şeyden önce kendine has bir tarzı ve iyi yaratılmış bir Gotham Şehri vardı, şimdi ise, aşağı yukarı New York'un tıpkısının aynısı bir şehirle karşı karşıyayız. Eğer Bob Kane Batman'in New York'ta olmasını isteseydi, zaten New York derdi değil mi Nolan'cığım?
She looks good in pearls/ İnciler de yakışmış
3. Umm, where did you hid the action Nolan babe? Other than some lame fist fight (Batman fist fights, yeah right!), in the first, let's say two hours, there is no action to be seen and the rest is not much better either. At least, he could put some sexy sizzling action scene between Wayne and Cat.
3. Sevgili Nolan yavrum, aksiyonu nerelere sakladın? Bir kaç ucuz yumruk kavgası dışında filmin ilk 2 saatinde neredeyse hiç aksiyon yoktu, sonrası da daha iç açıcı değildi. Yani hiç olmazsa Wayne'le Cat arasında seksi bir kavga sahnesine kimse hayır demezdi diye düşünüyorum.
4. I appreciate Nolan's try to create a more human Batman to look behind the legend, but the scenes that are supposed to be emotional are deprived of real emotion what-so-ever and are just plain boring.
4. Her ne kadar Nolan'ın Batman efsanesini yeniden ele alıp daha insani bir karakter yaratmasına destek veriyor olsam da, filmin duygusal sahneleri derinlikten uzak sıkıcı sahnelerdi. Bir filmde bir kadının fotoğrafına kaç kez bakılabilir allah aşkına!
5. Why the hell the nice people of Gotham also follows a masked maniac with an atomic bomb? How can they really believe that he won't fry them with some nuclear love in the near future?
5. Film bence herşeyden önce inandırıcı değildi. Neden Gotham'ın iyi vatandaşları birden elinde atom bombası olan maskeli bir manyağı takip etmeye başlıyorlar? Hiç akıllarına o bombayı patlatabileceği gelmiyor mu acaba?
6. An atomic bomb falls fifty feet from the city, maybe the water is a bit destroyed, but the city is fine. Really honey? Do you mean to say that 3 generations in Hiroshima just had a very nasty skin condition and a nuclear bomb of 9 m. radius doesn't destroy the city? A very interesting and realistic ending Nolan love, kudos.
6. Filmin sonunun ne kadar yazış olduğunu tek ben mi görüyorum? Atam bombası şehrin dibine düşüyor, denizde belki biraz kirlilik olur ama şehire hiç de bir şey olmuyor. Nolan herhalde burada aslında Hiroshima'da 3 neslin sadece kötü bir cilt sorunu olduğunu ve atom bombalarının aslında dostumuz olduğunu söylemek istiyor. Çok gerçekçi ve iyi bir son Nolan yavrum, tebrikler!
7. Batman's suit is just plain ugly. Why the hell does he wear a velvet cape that is longer than Kate Middleton's wedding dress' tail? Does.... Nolan tries to tell us that there is something more special going on between Batman and Robin? For all I know, Robin's admiration for Batman is a bit much to be brotherly love.
7. Batman'in kostümü çok çirkin. Bir de Batman neden Kate Middleton'ın gelinliğinin kuyruğundan uzun ve kadife bir pelerin giyiyor. Yoksa... Nolan bize Batman'le Robin'in arasında bildiğimizden fazla bir şeyler olduğunu mu iddia ediyor? Neden olmasın, Robin'in Batman sevgisi biraz aşırı zaten....
He is just butch enough to be gay if you ask me, and all the ladies! I should have guessed sooner.
Aslında bakınca tam da gay olacak kadar abartı bir maskülenlik var Wayne'imizde, bir de her film başına en az iki kadın, fazla çabalıyorsun Wayne'ciğim, bence Robin'e olan hislerini daha fazla saklama.
Come on Nolan, I know you got it in you, don't you dare bore us with this emotional mambo jambo again honey pie!
Hadi Nolan bebeğim, daha iyisini yapabileceğini biliyoruz, bir daha bizi böyle boş filmlerle sıkma.
I know that since I went to France for my master's degree, this blog had suffered a lot, but now that the dissertation thesis is written, the France is left and even a biiig vacation of one month in the beach is over, it is time for the Daughter of God and Alexandre Dumas to come back. This coming back may be slow, because there are tons of books that I read, lots of movies I saw and lots of places I visited in the meanwhile and everyone of them (well, more realistically most of them) will soon be on the blog. But for now, I want to apologize with a Wes Anderson short that I love a lot.
Malum ben Fransa'ya gittim, buralar ıssız kaldı, ama tez bitti, master'lı olundu, hatta bir aylık kocccaman bir Bodrum tatili bile yapıldı. Derim ki artık iyiden iyiye geri dönme vaktidir, hem İstanbul'a ve "gerçek" hayata hem de bloga. Dönüş biraz yavaş olacak, bu arada okunan kitaplar, görülen filmler, gezilen yerler birikti malum, hepsi de yavaş yavaş blogda yerini alacak. Şimdilik bu yazı size çok sevdiğim bir Wes Anderson kısasıyla özür dileme yazısı olsun sevgili okur, her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsan (ve hala bu bloga bakıyorsan).
Kib, öptüm, bye...
I cannot believe how I didn't already put this catchy weird song in my blog yet, but here is the song that I listened 20 times a day when I was writing my dissertation on Godard, Mao Mao with the montage sequence from the La Chinoise(one of his best films btw) of Godard. I'm sorry if it stays in your head for days too, but I just cannot resist to put it here.
Bu şarkıyı hala bu bloga koymadığıma inanamıyorum, çünkü kendisini tez yazarken günde en az 20 kere dinlemeden günüm iyi gitmiyordu. Mao Mao Godard'a La Chinoise'ı çekerken ulaşan ve filmde bir montaj sekansta kullandığı akla fazlasıyla yapışan tuhaf bir şarkı. Aklınızdan çıkmazsa beni suçlayabilirsiniz, ama bunu bloga koymamazlık edemezdim kesinlikle.
English translation:
"Vietnam burns and me I spurn Mao Mao Johnson giggles and me I wiggle Mao Mao Napalm runs and me I gun Mao Mao Cities die and me I cry Mao Mao Whores cry and me I sigh Mao Mao Chorus: The rice is mad and me a cad It's the Little Red Book That makes it all move lmperialism lays down the law Revolution is not a party The A-bomb is a paper tiger The masses are the real heroes The Yanks kill and me I read Mao Mao The jester is king and me I sing Mao Mao The bombs go off and me I scoff Mao Mao Girls run and me I follow Mao Mao The Russians eat and me I dance Mao Mao I denounce and I renounce Mao Mao It's the Little Red Book That makes it all move. "
The Selected Works of T.S. Spivet is the first novel of Reif Larsen. But it's much more than a book, because the novel tells the quirky genius mapmaker T.S.'s secret voyage to the Smithsonian Institute and it creates a visual road for the eye of the reader to follow. The maps that T.S. draw, the side notes and interesting anecdotes guide the eye just like it watches a movie. With this quality, the book becomes quite interesting and fun to read.
T.S. Spivet'in Seçme Eserleri Reif Larsen'in ilk romanı. Ama kendisi bir roman olmanın çok ötesinde, çünkü 12 yaşındaki dahi ve biraz da tuhaf haritacı T.S.'nin Smithsonian Enstitüsü'ne gizli gidişini anlatan roman, okurken insanın gözünü de sayfalar arasında görsel bir yolculuğa çıkarıyor. T.S.'nin çizdiği haritalar (ki bunlar aslında bizim bildiğimiz anlamda haritadan çok şemalar), yan notlar ve ilginç anektotlarla okuyucunun gözü tıpkı bir film izler gibi bir o yana bir bu yana bakıyor. Bu yönüyle kitap hem çok değişik hem de eğlenceli bir hal alıyor.
The map of How McDonalds affect kids
McDonalds'ın çocukları nasıl etkilediğinin haritası
Despite the creativeness of the form of the book, the story itself unfortunately doesn't always deliver what the readers expect for and it ends with a deus ex machina in form of a family member who acts out of his usual ways just to create the ending. Some story lines and transitions can feel rushed too and as a result the book does not completely satisfy it's readers (or let's say it didn't satisfy me). To summarize it all, the book has serious structural problems, but it puts me in a world of a scientific child that is foreign to me and I think that Larsen is very successful at conveying the child's world (I cannot resist to say that it's much more successful than The Catcher in the Rye of Salinger).
Kitap şekil açısından çok yaratıcı olmasına rağmen, anlattığı hikayeler maalesef okuyucunun istediği bir şekilde bağlanmıyor, son anda yetişen ve karakterine aykırı hareket eden bir aile üyesiyle hikaye bitiriliveriyor. Bunun yanında kitapta bazı geçişlerde okuyucuyu (ya da en azından beni) yeterince tatmin edemiyor. Yani kitapta yapısal olarak ciddi sorunlar var, yine de T.S. Spivet'ı beni hiç bilmediğim ve anlamadığım bilim dünyasına soktuğu için sevdim, bunun yanında Larsen'in bir çocuğun dünyasını çok iyi anladığını da düşünüyorum (yine laf sokmadan edemeyeceğim, Salinger'ın Çavdar Tarlası Çocukları'yla karşılaştırınca, T.S.'nin ne kadar inandırıcı bir karakter olduğunu daha iyi anlıyorum).
As a last note, I need to say that as a feminist, I loved the story of T.S.'s granmother Emma's story which includes her struggle to become a scientist at the end of the 1880's very much. T.S. Spivet may not be the next masterpiece, but it merits to be read because of the novelty of it's form and some parts of the novel which portrays it's characters quite realistically.
Son olarak kitapta yan hikaye olarak anlatılan T.S.'nin anneannesi Emma'nın bir bilim insanı olmak için ne kadar uğraştığı ve 1800'lerin sonunda bir kadın olarak ne kadar ezildiğinin anlatıldığı bölümler de bir feminist olarak beni derinden etkiledi. Son söz olarak biraz toparlamak gerekirse, T.S. Spivet bir başyapıt değil ama bence özgünlüğü açısından okunmasında fayda var.
Bu aralar müziksel takıntım, çok doğru bir yerde çok doğru bir şekilde söyleniyor. Sözler pek anlaşılmadığı için altta da stüdyo kaydı var, izletelim hepimiz Bandista'yı sevelim isterim ben.
This song is my latest musical obsession and at the first video it's sang at the Hrank Dink protest in 19 January (the day of his assassination). But the song is more than that, it's for every unlawful act that the governments/people in power use to oppress others. I think music should me more like that and less like "shake your ass babe"....
bir hikaye anlatmamız gerekiyorsa eğer, 1915'ten başlamamız lazım..
nisan olmadı ve yolunda hiç insan olmadı tarih tanıktı o bile bir taraf olmadı
halep'te, şam'da, beyrut'ta, arjantin'de tanıdık bir şarkı çalmadı hiç olmadı
ocak olmadı kan hala hiç sıcak olmadı tarih tanıktı o bile bir utanç duymadı
nice sokak, nice mevsim, nice toprakta o zulüm cinayet olmadı hiç olmadı
nice cesur, nice korkak, nice yoldaş faşistler elinde ölmedi hiç olmadı.
Since my world was full of my dissertation lately, the images of this post is heavily dedicated to Godard and to the cinema. I hope to turn to normal soon, but here are the images I've been seeing lately:
Hayatım son iki ayda sadece yüksek lisans tezimle dolu olduğu için (tamam biraz abartıyor olabilirim), bu yazıdaki görsellerde çoklukla Godard ve sinemayla ilgili olmak durumunda. Yakında normale dönmeyi umuyorum, ama o zamana kadar işte bu aralar baktığım/sevdiğim fotoğraflar:
A great portrait of Antonin Artaud, a french play writer, theatre director, poet and thinker who influenced many great artists like Godard (surprise, surprise!), Jim Morrison and Charles Bukowski.
Fransız oyun yazarı, tiyatro yönetmeni, şair ve düşünür Antonin Artaud'un muhteşem bir portresi. Kendisi deneysel tiyatro anlayışıyla, Godard (konuyu bir yerden Godard'a bağlayacağımı tahmin ettiniz değil mi?), Jim Morrison ve Charles Bukowski gibi sayısız 21. yüzyıl sanatçısına ilham olmuş, şahsına münhasır bir kişilikti (erken gitti, R.I.P.)
Another Godard influenced picture, Anne Waziemsky (Godard's second wife) in her debut film Au hazard Balthazar by Robert Bresson. By the way, don't you think it's curious that Godard's 3 wife all are named Anna/Anne? (Anna Karina, Anne Waziemsky and Anne-Marie Miéville that is)
Godard'la ilintili bir fotoğraf daha, Godard'ın ikinci eşi Anne Waziemsky, Robert Bresson imzalı ilk filmi Au Hazard Balthazar'da. Bu arada, sizce de Godard'ın 3 karısının da adının Anna/Anne olması sizce de biraz garip değil mi? (Anna Karina, Anne Wiazemsky, Anne-Marie Miéville)
The cover photo of my dissertation thesis, Joseph feeling the little Jesus inside Mary's stomach, from Je vous salue, Marie (Hail Mary), a film by Jean-Luc Godard of course.
Tezimin kapak fotoğrafı, Meryem'in karnı aracılığıyla küçük İsa'ya dokunan Joseph, Je vous Salue, Marie, tabii ki bir Jean-Luc Godard filmi.
The face I imagine Godard has when I don't do as much work as it's necessary. It means: "Zeynep, quit slacking and go work!"
Yeterince çalışma yapmadığım günlerde Godard'ın takındığını hayal ettiğim surat ifadesi, anlamı: "Zeynep, oyalanmayı bırak otur çalış!"