Harun Farocki was one of the best politically engaged film makers of the century and his publications helped me enormously in my dissertation project in France, so it gives me great sorrow to see him go. So, why not give him a small retrospective of sorts in my blog, even though I hadn't written here in ages. Rest in peace Farocki, you will be missed...
Harun Farocki zamanımızın en politik ve en değerli sinemacılarından biriydi ve onun yayınları bana yüksek lisans tezim sırasında çok yardım etmişti, o yüzden bugün Farocki'nin ölüm haberini almak beni derinden etkiledi. O yüzden, her ne kadar bu bloga çok uzun süredir bir şey yazmasam da Farocki hakkında bir şeyler yazmak ve ona bir nevi küçük retrospektif hazırlamak gereği duydum. Bu dünya seni özleyecek Harun Farocki....
The Daughter of God and Alexandre Dumas
Tuesday, August 5, 2014
Wednesday, July 31, 2013
Müzikli Çarşambalar: Olgun Şimşek
Biliyorum vakit yaz anca Gülşen filan dinlenir ama benim ruh halimi de bu aralar Olgun Şimşek çok güzel anlatıyor be sevgili okur! Siz bilmezsiniz ben sırf Olgun Şimşek türkü söyleyecek diye kaçırmadan izlerdim bu Kapalıçarşı'yı, yahu adam ne içten ne yanık söylüyor, türkücüyüm diyene taş çıkartır. Hele bu üflediler söndüm nasıl bir şeydir yarabbi, dinle dinle yetmez insana...
Thursday, April 25, 2013
Benim Sokak Kedim Bob/My Street Cat Named Bob
Edit: We lost Bob a week after I wrote this too, nothing to say much except life is not fair and nice and sunny sometimes. RIP beautiful love :(
I will tell you a different street cat named Bob today, my dirty street cat named Bob. He arrived at our door steps about a week ago, he has a sick appereance, although he didn't have any visible injuries or alikes. The weird part was that from the moment he arrived, he showed such a peculiar fondness to both me and my mother, like hugginh my mother's legs. Of course this fondness was soon awarded with lots of food and fresh water.
Çok satanlar listesindeki Bob'un hikayesi değil ama size benim kirloş Bob'umun hikayesini anlatacağım bugün. Bir hafta kadar önce bizim apartmanın önünde peydah oldu Bob, hali tavrı hasta gibiydi ama görünürde pek bir şey yoktu. Bir de ilk geldiği günden itibaren bana da anneme de bir yakınlık içerisindeydi. Tabii bu yakın hisler hemen su ve mama ile de ödüllendirildi.
Sokak kedisi Bob
I guess it was the second day that this Bob dude first hugged my mom's legs (I know it's a dog's move, not a cat's, right?) and then sneaked into our building. The next day, he did the same trick to me and he ran to our door faster than me and began to beg to get inside. He was acting like it was his house and it was simply natural for him to be there. And I have absolutely no idea how the heck did he know which one was our door. Since Leo's demise (which, yes, I didn't tell you about - which happened all of a sudden in January) I'm such a cry baby about cats (and dogs, and birds, and everything really), so we took him home, gave him Leona's food (Leona: the black ball of cuteness below). He ate a little bit of food and just jumped onto my mom's lap, just like it's his natural spot. His air of naturalness and of belonging there was really started to get me (confused, touched, mesmerised.... you name it I had it!). He didn't pay any attention to Leona at all by the way which is weird for a stranger cat coming to an unknown house (right?).
Sanırım ikinci gün, bu Bob bey sabah annem işe giderken onun ayaklarına sarılmış, sonra da ayaklarının arasından apartmana dalmış. Ertesi gün de bana aynı şeyi yaptı, girdi apartmana benden önce koşa koşa bizim dairenin önüne gidip beni eve alın diye bağırmaya başladı. Hani sanırsınız evin kedisi gezmiş dönmüş. Bizim dairenin hangisi olduğunu nereden bildi akıl sır ermez. Ben tabii kediler konusunda yumuşak kalpli sulu göz bir insanım (size söylemedim blog okuyucularım ama Ocak ayında Leo'yu kaybettik, o zamandan beri bende haller hal değil) aldık eve, mama verdik. Mamayı biraz yedi, hop annemin kucağına, oradan bana. Evdeki Leona'ya (o da fotoğraftaki siyah kedi) hiç taktığı yok. Hala üzerinde kendi evine dönmüş havaları.
As you can already guess, his ways caused my water canals to open and not close for days and I cried and cried babbling stuff like "look mom, Leo came back". But, mom and Leona weren't such cry babies (especially Leona who I suspect has no heart at all :P) and clearly stated their side, so after a couple of hours I put some food and water and took Bob out.
Tabii bu halleri bende muslukların açılıp günlerce kapanmamasına vesile oldu, Leo geldi diye ağlayıp duruyorum. Annem ve Leona benim kadar sulu gözlü çıkmayıp tavırlarını net olarak ortaya koydular, sonuçta Bob birkaç saat evde kaldı, annem sonra yine alırız dedi, mamayla kandırıp indirdik aşağı.
While I was petting Bob, I saw some scars on his lips, so the following day I took him to the vet. And what I learned at the vet caused the water canals to live the biggesrt flood of the year and the local tribe to recite for water gods to stop the flood: Bob obviously had some gum infection just like Leo and all his teeth were extracted from his mouth. This of course explained his ill-like appearance and his thinness. The cat is a tawny so was Leo, both are males, their ages were more or less the same, they even have the same illness....
Bob'u severken sanki dudağı yarılmış gibi gelmişti, ertesi gün veterine götürdüm. Veterinerin söylediği de bendeki gözyaşlarının muson yağmurlarına dönmesine ve mevsim normallerinin çok üstüne çıkmasına neden oldu. Bob üç yaşlarında kısır bir erkek kedi ve tüm dişleri tahminen diş eti enfeksiyonu yüzünden çekilmiş, yani hayvanın ağzında hiç diş yok (Leo'da da aynı hastalık vardı, hatta onun da dişleri çekilsin mi diye konuşmuştuk veterinerle bir ara). Kedi Leo gibi sarman, erkek, yaşı tutuyor, hastalığı bile aynı artık bu kadar da olmaz diyerek döndük eve.
It cannot be reincarnation as Bob needs to be a baby then, was it a trick of gods, I couldn't tell, but it shook me awfully and I felt as bad as the first days of loosing Leo. And Bob had (and still has) some manners, some air, I don't know how to say it, something that almost made me believe that he was in fact our cat all along. He lays in our door steps all day, even when I just look out at the window he hears it and looks up. The way he looks at me makes me want to cry every time... (I know, such a manipulator, right?)
Reenkarnasyon desem değil, kader mi desem, tanrıların oyunu mu, ne desem bilemedim, ama çok sarsıldım, Leo'nun öldüğü zamana geri döndüm sanki. Hayvanda da öyle bir haller var ki, sanki sahipleri bizmişiz de bizim haberimiz yokmuş. Bütün gün kapıda yatıyor, camdan baksam nereden hissediyorsa kafayı kaldırıp cama bakıyor. Gözümün içine bir bakışı var, yüreğim parçalanıyor.
Unfortunately Bob is still on the streets but he and Leona get along better together and we take him to the house every day for a couple of hours. I want to adopt him (like soooo bad), but as mom is the boss at the house, I cannot do more than that right now. He seems better, is more alive, he strolls around the neighbourhood and even has some friends on the street. The rest is up to him and his ability to make Leona and my mom to fall in love with him.
Bob şimdilik sokakta, Leona'yla birbirlerine biraz daha alıştılar, en azından Leona ona hırlayıp durmuyor. Her gün 3-4 saat Bob'u eve alıyoruz besleyip seviyoruz, sonra yine dışarı. Onu dışarı atmak bana her defasında koyuyor ama evde annenin sözü geçtiğinden yapacak bir şey yok. Şimdiden biraz canlandı, yüzündeki şiş indi, artık sokakta da daha çok dolanıyor, bütün gün uyumuyor, sesi soluğu çıkıyor. Gerisi Bob'a kalmış, hem Leona'yı hem annemi kendine aşık ederse durum değişebilir, ama benim elimden gelen bu.
İşte benim tuhaf sokak kedisi Bob hikayem de bu....
UPDATE: Two nights ago, Bob made his first move to spend the night at the house and slept for like 6 hours straight without even raising his head, so here is a photo of our situation at 2 a.m. in the morning:
Wednesday, March 27, 2013
Müzikli Çarşambalar: TSM
Müzikli Çarşambalar'da yine yeniden TSM rüzgarları esiyor (klişeye gel). Üç şarkıda da Melihat Gülses olması tesadüf değil tabii ki, kendisine olan sevgim sonsuz :)
Saadettin Kaynak bestesi 'Enginde Yavaş Yavaş'ın benim için önemi büyük, şimdilik sürpriz kalsın ileride açık ederim elbet :)
Beste Neveser Kökdeş
Ve belki de günümüz TSM sanatçılarından en iyi iki ses birlikte. Bugün için sözleri biraz sübyancı gelebilse de Bimen Şen bestesi bu iki isimle tadından yenmez!
Saadettin Kaynak bestesi 'Enginde Yavaş Yavaş'ın benim için önemi büyük, şimdilik sürpriz kalsın ileride açık ederim elbet :)
Beste Neveser Kökdeş
Ve belki de günümüz TSM sanatçılarından en iyi iki ses birlikte. Bugün için sözleri biraz sübyancı gelebilse de Bimen Şen bestesi bu iki isimle tadından yenmez!
10 günde 30 kilo verme garantili mucize hap (?)
...dersem de inanmayın, yok öyle bir şey valla. Bir süredir kilo vermeye uğraşan, düşen kalkan bir insan olarak şunu kesin olarak söyleyebilirim ki, öyle kesin bir yöntem yok. Fakat facebook diyet bloglarına filan bakıyorum diye böyle reklamlara boğuyor beni, berisi 2 ayda 15 kilo vermiş, o da şu hapı içmiş 150 kilodan 50 kiloya düşmüş, yok Ebru Şallı 10 dakikada mükemmel cilde kavuşmuş. Bunları görmekten artık bıktım da bıktım. Yok yani ben mi aptalım diyet yapıyorum, egzersiz yapıyorum filan, bu kadar basit mi her şey yani. (Tabii ki değil!)
Sürekli o kadar meşgulüz ki hiçbir şeye vaktimiz yok. Kilo vermeyi de işte bir hapla hallediverelim mantık bu. Sonuç ise en iyi ihtimalle hayal kırıklı, hatta sağlığından olma, kalp krizi vs. vs. Kilo vermenin iki yolu var, ya boğazını tutup hareket edeceksin, ya da işte liposuction mideye kelepçe filan estetik bir operasyona gireceksin. Başka türlü mümkün değil yani. O 2 ayda 30 kilo verenin de olayı bu ikinci sınıfa giriyor kesin. Hal böyleyken neden kanıyor insanlar bu işlere de sağlıklarından oluyorlar, hem anlamıyor hem de çok üzülüyorum.
Facebook sağolsun yine aklıma 'Requiem for a Dream'i getirdi, özellikle de kilo vermek için speed bağımlısı olan anneyi. Biraz izleyelim de kulağımıza küpe olsun değil mi ama?
Ben kilo vericem diye nelerle boğuşuyorum bilmek isteyenleri buraya, daha da iyisi 3 ayda harbi harbi 15 kilo veren Aslı'mın sabrına, azmine sağlık demek isteyenleri de şuraya alabiliriz.
Sürekli o kadar meşgulüz ki hiçbir şeye vaktimiz yok. Kilo vermeyi de işte bir hapla hallediverelim mantık bu. Sonuç ise en iyi ihtimalle hayal kırıklı, hatta sağlığından olma, kalp krizi vs. vs. Kilo vermenin iki yolu var, ya boğazını tutup hareket edeceksin, ya da işte liposuction mideye kelepçe filan estetik bir operasyona gireceksin. Başka türlü mümkün değil yani. O 2 ayda 30 kilo verenin de olayı bu ikinci sınıfa giriyor kesin. Hal böyleyken neden kanıyor insanlar bu işlere de sağlıklarından oluyorlar, hem anlamıyor hem de çok üzülüyorum.
Facebook sağolsun yine aklıma 'Requiem for a Dream'i getirdi, özellikle de kilo vermek için speed bağımlısı olan anneyi. Biraz izleyelim de kulağımıza küpe olsun değil mi ama?
Ben kilo vericem diye nelerle boğuşuyorum bilmek isteyenleri buraya, daha da iyisi 3 ayda harbi harbi 15 kilo veren Aslı'mın sabrına, azmine sağlık demek isteyenleri de şuraya alabiliriz.
Tuesday, March 26, 2013
Paris, je t'aime
I have a lot of photos that I wanted to share on this blog, but somehow didn't. So, I said, "why not start with Paris!"
Blogumu ihmal etmenin bir yan etkisi olarak bilgisayarda paylaşmadığım bir sürü fotoğraf birikti. Bu eksikliği Paris'le başlayarak kapatmak istiyorum.
As I did my master's degree in Lille which is 1 hour away from Paris, I found the chance to visit it several times. But the best times I had in Paris was in February with my friends who came from Italy and in June with my mom. Especially the trip with mom was perfect, since instead of eating cheap sandwiches and walking on foot a lot, we did shop and wine and dine with her. Among all the things I love about Paris, here are my favorite places:
Malum yüksek lisansı Paris'in 1 saat uzağında yapınca, Paris'e gidip gidip geldim ben de fırsatları kaçırmadan. Ama asıl Şubat'ta İtalya'dan gelen arkadaşlarla yaptığım gezinti ve anneciğimle Haziran'da yaptığım az gezinti, çok kafe-restoranda oturma etkinliklerinden keyif aldım, malum hayat insanla güzel :) Paris'in benim için anlamları ise şunlar:
1. Notre-Dame de Paris
I confessed my love to Notre-Dame de Paris before in this post, for me it's the most beautiful building in Paris, and perhaps in the world. I have to go there every single time I visit Paris and every time I become mesmerized by its beauty. The last time I was there it was during a ceremony and my love for it became even stronger after it. Notre-Dame is really the most fascinating place for me.
Kendisini ne denli çok sevdiğimi daha önce şu yazımda anlatmıştım, benim için Paris'in, hatta dünyanın en güzel, en görkemli binasıdır Notre-Dame. Gider gider dururum, her gittiğimde ayrı bir severim. Bu gidişte bir de ayine rastgelince kendisine aşkım daha bir perçinlendi. Çok büyük aşk yaşıyoruz, çook...
2. Sacré-Coeur
Sacré-Coeur raises on the hills of Paris among old cobblestoned streets and small boutiques and for me it's the jewel of Paris. Maybe the Eiffel tower has the reputation, but Sacré-Coeur is the heart of Paris with its white embroidered façade and the gorgeous Paris view you can see from there. And oh the boutiques... They are all full of little marvels, but can easily leave you empty-handed.
Sacré-Coeur, Paris'in tepelerinde Montmartre'da küçük butikler ve arnavut kaldırımlı sokakların tepesinden yükselir ve bence Paris'in incisidir. Eiffel Kulesi'nin adı olsa da, Paris'in asıl simgesi olabilir, hatta olmalıdır. Her gittiğimde görmesem gözüm açık giderim, hele o Montmartre'daki butikler ölümcüldür, ayrıca cebinizi de boşaltabilir. En güzel Paris manzarası da buradan izlenir.
3. La Tour Eiffel
To tell you the truth I don't really love Eiffel, after all it's just a giant weird thing made of iron. I did take postcard-like photos there though (well, what to say I can be your typical tourist sometimes).
Açıkçası ben Eiffel'e çok bayılmıyorum, sonuçta demirden tuhaf bir şey, ama adettendir, kartpostallık birkaç fotoğraf çektim tabii yine de...
4. Père Lachaise
I wanted to go to the Père Lachaise cemetery for some time, so I took my friends there. The cemetery is enormous and filled with beautiful sculptures and mausoleums. The difference of Lachaise from other European cemeteries is the fact that almost every celebrity is buried there; Jim Morrison, Edith Piaf, Oscar Wilde, Chopin... You name it, they have it :) My favorite tomb is the kissing grave of Oscar Wilde with a beautiful winged sculpture where everyone leaves a little kiss. It is definitely a must-see if you ever go to Paris.
Père Lachaise mezarlığına gitmek daha önce nasip olmamıştı, bu eksikliği de arkadaşlarla olan gezide giderdim. Mezarlık başlı başına bir şehir gibi ve tüm büyük Avrupa mezarlıkları gibi görkemli yapılar ve nefis heykeller görebileceğiniz bir mekan. Bir de ünlü tayfasının %90'sı burada yatıyor, Edith Piaf mı istersiniz, Jim Morrison mı, Yılmaz Güney mi? Herkes burada valla. Favori mezarım ise (öyle bir şey olabilirse eğer) Oscar Wilde'ın herkesin birer öpücük bıraktığı mezarı. Yolunuz Paris'e düşerse uzak falan demeyin muhakkak gidin.
6. Le reste
For me, Paris doesn't really mean Eiffel, Notre-Dame or Louvre, it means wine, food and shopping. I experienced two very different Paris, one with friends eating home-made sandwiches and going on foot everywhere and one with my mom going to fine restaurants and having lots of coffee and crepes stops :)
Paris denince aslında ne Eiffel, ne Notre-Dame, Paris demek şarap demek, yemek demek, alışveriş demek. Arkadaşlarla ya da kendi başıma gidince sandviç yiyip hiçbir şey alamayarak gezdiğim Paris'i, anneyle gezmek bir başka oldu tabii. Yarım saatte bir bir kafede oturduk, şaraplar krepler mamalar yendi, alışverişler yapıldı :)
These last two photos of from where I stayed with my mom in Paris. For people who are looking for an affordable yet nice and clean place in Paris, I strongly recommend Namdemun. It's a hostel, but as you can see, it has a private room (or better a private cabin!), breakfast and dinner included in the price and wonderful hosts. And as a bonus, they have this cutie named Kuggle.
Burası annemle kaldığımız odanın kapısı. Paris'te uygun fiyata, böcekli, fareli olmayan yer isteyenler için (Paris'in otelleri malum), Namdemun'u öneririm. Aslında hostel ama özel odası (hatta şekilde görüldüğü gibi özel kulübesi) var, sabah-akşam yemek var, herkes çok güleryüzlü, çok tatlılar. Biz çok memnun kaldık. Bir de köpekleri Kuggle var, o hepsinden tatlıydı :)
Blogumu ihmal etmenin bir yan etkisi olarak bilgisayarda paylaşmadığım bir sürü fotoğraf birikti. Bu eksikliği Paris'le başlayarak kapatmak istiyorum.
As I did my master's degree in Lille which is 1 hour away from Paris, I found the chance to visit it several times. But the best times I had in Paris was in February with my friends who came from Italy and in June with my mom. Especially the trip with mom was perfect, since instead of eating cheap sandwiches and walking on foot a lot, we did shop and wine and dine with her. Among all the things I love about Paris, here are my favorite places:
Malum yüksek lisansı Paris'in 1 saat uzağında yapınca, Paris'e gidip gidip geldim ben de fırsatları kaçırmadan. Ama asıl Şubat'ta İtalya'dan gelen arkadaşlarla yaptığım gezinti ve anneciğimle Haziran'da yaptığım az gezinti, çok kafe-restoranda oturma etkinliklerinden keyif aldım, malum hayat insanla güzel :) Paris'in benim için anlamları ise şunlar:
1. Notre-Dame de Paris
I confessed my love to Notre-Dame de Paris before in this post, for me it's the most beautiful building in Paris, and perhaps in the world. I have to go there every single time I visit Paris and every time I become mesmerized by its beauty. The last time I was there it was during a ceremony and my love for it became even stronger after it. Notre-Dame is really the most fascinating place for me.
Kendisini ne denli çok sevdiğimi daha önce şu yazımda anlatmıştım, benim için Paris'in, hatta dünyanın en güzel, en görkemli binasıdır Notre-Dame. Gider gider dururum, her gittiğimde ayrı bir severim. Bu gidişte bir de ayine rastgelince kendisine aşkım daha bir perçinlendi. Çok büyük aşk yaşıyoruz, çook...
2. Sacré-Coeur
Sacré-Coeur raises on the hills of Paris among old cobblestoned streets and small boutiques and for me it's the jewel of Paris. Maybe the Eiffel tower has the reputation, but Sacré-Coeur is the heart of Paris with its white embroidered façade and the gorgeous Paris view you can see from there. And oh the boutiques... They are all full of little marvels, but can easily leave you empty-handed.
Sacré-Coeur, Paris'in tepelerinde Montmartre'da küçük butikler ve arnavut kaldırımlı sokakların tepesinden yükselir ve bence Paris'in incisidir. Eiffel Kulesi'nin adı olsa da, Paris'in asıl simgesi olabilir, hatta olmalıdır. Her gittiğimde görmesem gözüm açık giderim, hele o Montmartre'daki butikler ölümcüldür, ayrıca cebinizi de boşaltabilir. En güzel Paris manzarası da buradan izlenir.
3. La Tour Eiffel
To tell you the truth I don't really love Eiffel, after all it's just a giant weird thing made of iron. I did take postcard-like photos there though (well, what to say I can be your typical tourist sometimes).
Açıkçası ben Eiffel'e çok bayılmıyorum, sonuçta demirden tuhaf bir şey, ama adettendir, kartpostallık birkaç fotoğraf çektim tabii yine de...
4. Père Lachaise
I wanted to go to the Père Lachaise cemetery for some time, so I took my friends there. The cemetery is enormous and filled with beautiful sculptures and mausoleums. The difference of Lachaise from other European cemeteries is the fact that almost every celebrity is buried there; Jim Morrison, Edith Piaf, Oscar Wilde, Chopin... You name it, they have it :) My favorite tomb is the kissing grave of Oscar Wilde with a beautiful winged sculpture where everyone leaves a little kiss. It is definitely a must-see if you ever go to Paris.
Père Lachaise mezarlığına gitmek daha önce nasip olmamıştı, bu eksikliği de arkadaşlarla olan gezide giderdim. Mezarlık başlı başına bir şehir gibi ve tüm büyük Avrupa mezarlıkları gibi görkemli yapılar ve nefis heykeller görebileceğiniz bir mekan. Bir de ünlü tayfasının %90'sı burada yatıyor, Edith Piaf mı istersiniz, Jim Morrison mı, Yılmaz Güney mi? Herkes burada valla. Favori mezarım ise (öyle bir şey olabilirse eğer) Oscar Wilde'ın herkesin birer öpücük bıraktığı mezarı. Yolunuz Paris'e düşerse uzak falan demeyin muhakkak gidin.
Jim Morrison
Oscar Wilde
Yılmaz Güney
Colette <3
Me leaving an awful scribble to Modigliani's grave
Modigliani'nin mezarına korkunç bir karalama bırakırken
For me, Paris doesn't really mean Eiffel, Notre-Dame or Louvre, it means wine, food and shopping. I experienced two very different Paris, one with friends eating home-made sandwiches and going on foot everywhere and one with my mom going to fine restaurants and having lots of coffee and crepes stops :)
Paris denince aslında ne Eiffel, ne Notre-Dame, Paris demek şarap demek, yemek demek, alışveriş demek. Arkadaşlarla ya da kendi başıma gidince sandviç yiyip hiçbir şey alamayarak gezdiğim Paris'i, anneyle gezmek bir başka oldu tabii. Yarım saatte bir bir kafede oturduk, şaraplar krepler mamalar yendi, alışverişler yapıldı :)
Jardin de Tuilleries
Place de la Concorde
An example of me shopping :)
Yapılan alışverişlere örnek
Yapılan alışverişlere örnek
These last two photos of from where I stayed with my mom in Paris. For people who are looking for an affordable yet nice and clean place in Paris, I strongly recommend Namdemun. It's a hostel, but as you can see, it has a private room (or better a private cabin!), breakfast and dinner included in the price and wonderful hosts. And as a bonus, they have this cutie named Kuggle.
Burası annemle kaldığımız odanın kapısı. Paris'te uygun fiyata, böcekli, fareli olmayan yer isteyenler için (Paris'in otelleri malum), Namdemun'u öneririm. Aslında hostel ama özel odası (hatta şekilde görüldüğü gibi özel kulübesi) var, sabah-akşam yemek var, herkes çok güleryüzlü, çok tatlılar. Biz çok memnun kaldık. Bir de köpekleri Kuggle var, o hepsinden tatlıydı :)
Tuesday, March 19, 2013
Kozmetikte hayvanlar üzerinde deney sorunsalı
Not: Aşağıdaki yazı oldukça karışık bir yazı oldu, çünkü benim de kafam bayağı karışık. Bir gün bu konuda kafam daha rahat olursa, bu yazı da daha derli toplu olur elbet...
Hayvan üzerinde test/deney yapan kozmetik ürünleri bırakayım diye bir süredir diyorum kendime, ama arada kaçışlarım oldu, artık benim için tam bir karar verme zamanı, bundan sonra hayvan üzerinde deney yapan bir ürüne para vermiyorum! Size burada hayvan testleri için yapılan işkence fotoğraflarını göstermeyeceğim, internette zaten bolca varlar. Niyetim kendi aklımdakileri yazıya dökmek ve bana katılmak isteyen olursa onlara yol göstermek sadece...
Malum Avrupa 2009 yılında hayvanlar üzerinde denenen kozmetik ürünlerinin satışını yasakladıktan sonra geçen hafta bu ürünlerin ithal edilmesini de yasakladı. Bu çok sevindirici bir gelişme tabii ki, ama kozmetik firmalarının çoğu hậlậ Çin pazarında ürün satabilmek için hayvan üzerinde deney yapmaya devam ediyorlar. Yani sizin elinizdeki ürün hayvanlar üzerinde test edilmemiş oluyor, ama o şirket başka ürünlerde deneye devam ediyor, çünkü nedenini kesinlikle anlayamayacağım bir şekilde Çin hayvan üzerinde denenmeyen ürünlerin satışına izin vermiyor. Türkiye'de de tabii ki, bırakın hayvanı insanın da herhangi bir değeri olmadığı için bizde böyle bir yasak yok.
Şimdi bu noktada kafalar fena karışıyor. Hem testlerin işlevine, hem de etik noktalara yönelik aklımda sorular vardı, araştırdım şimdi size de anlatıyorum:
Soru 1: Hayvan üzerinde yapılmayan testler ne üstünde yapılıyor?
Burada yaygın görüş testlerin insanlar üzerinde yapıldığı olsa da bu doğru bir görüş değil. Zaman zaman insanlar üzerinde alerji testleri yapılabilse de, hayvan testlerine asıl alternatif yapay deri. Laboratuar ortamında üretilen deride yapılan testler, hem insan derisine daha yakın, hem hayvanlara zararı yok. Yani bazı insanların hayvanseverlere karşı saçmaladığı "hayvanı koruyon da, insana önem vermiyon" şeklinde zırvalamanın alemi yok.
Soru 2: Hayvan üzerinde test yapmadığını söyleyen, "hayvan dostu" (animal-friendly) ya da işkence karşıtı diye çevirebileceğimiz cruelty-free olduğunu iddia eden her firmaya güvenebilir miyiz?
İşte benim kafam bu konuda oldukça karışık. Bir kere bir ürünün üstünde tavşan logosu olması hiçbir anlama gelmiyor.
-Bu firmalar halihazırda Çin pazarındaysa bu onların hayvan dostu olmadığı anlamına geliyor.
-Firmaların sitelerinde ya da kataloglarında yazılan "hayvan üzerinde deney yapmıyoruz" lafı da çok geçerli değil, çünkü bu firmalar başka yerlere hayvan deneyleri yaptırıyor olabilir. Ayrıca ürünlerini hayvan üzerinde denemelerse de, ürün içeriklerinde kullandıkları malzemeler üzerinde deney yapıyor olabilirler. Bu konuda en iyi kaynaklar, peta'nın ve leapingbunny'nin sitesindeki listeler. (Ama bir ürünün peta listesine girebilmesi için içeriği ve testlerini peta'nın incelemesi gerek. Buna izin vermeyip cruelty-free olduğunu iddia eden, ya da peta'nın ne hayvanlar üzerinde test yapan, ne test yapmayan listesinde olmayan ama hayvan aktivistlerinin cruelty-free saydığı markalar var. Şimdi biz neye güveneceğiz, ne yapacağız belli değil.
Soru 3: Şirketlerin biz hayvan üzerinde asla deney yapmıyoruz lafına güvenebilir miyiz?
HAYIR! Üstelik araştırmalarım sırasında öğrendiğim hiç sevimli olmayan gerçekler de var. Misal yıllarca Peta'nın listesindeyken, Avon, Mary-Kay ve Estée Lauder'in cruelty-free diye kendi reklamını yapıp yıllardır hayvan üzerinde deney yaptırdığı ortaya çıktı geçenlerde. Yine ben dahil etrafımdaki çoğu kişi Oriflame'i hayvan üzerinde deney yapmayan bir firma sanırken, meğersem Oriflame Çin'e güzel güzel satış yapıyormuş. Sitelerine girdiğinizde şöyle bir laf var:
"Oriflame has a longstanding animal welfare policy: Oriflame has never tested products or ingredients on animals during product development - and never will. We made this choice when Oriflame was founded in 1967.Yani işin Türkçe'si, Oriflame olarak hayvan üstünde deneye çok karşıyız, ama Çin pazarından da olacak değiliz. Bu durumda ne oluyor? Belki sizin elinizdeki ürün için bir hayvan zarar görmemiş ama verdiğiniz para hayvan üzerinde test yapan bir şirkete gidiyor. Bence bu gidip Maybelline vs. almaktan farklı bir şey değil.
Oriflame continues to neither conduct nor request animal testing in order to substantiate the safety or efficacy of any of its products or ingredients at any stage during the product development process....
Oriflame must, however, abide by the laws of the countries in which it operates and some countries may require test data gained through animal testing. "
Başka bir sorunsal da Body Shop, Burt's Bees gibi firmalarda karşımıza çıkıyor. Misal, hayvanlar üzerinde test yapılmasın diye imza toplayan Body Shop, meğerse L'Oréal'inmiş de benim haberim yokmuş. Kusura bakma Body Shop, senle büyük aşk yaşadım senelerce, fakat sen hayvan haklarına hassasiyetin varmış gibi görünürken L'Oréal'in bünyesinde girdiysen senle de ilişkiyi bitirme vakti geldi.
İşte en önemli soru bu, hadi Maybelline'den L'Oréal'dan vazgeçelim de, alternatiflerimiz neler? Aslında çok fazla seçim şansımız yok. Peta'nın listesindeki ürünlerin çoğu Türkiye'de yok, olanlar da fena cep yakabiliyor. Alternatifler şunlar: Lush, Dr. Murad (daha çok kırışıklık karşıtı krem vs.leri var, onlar da bir araba parası), Urban Decay (far paleti 130 lira civarı), Inglot (Tekli far 30 lira civarı), Kiss My Face (dudak parlatıcı 25 lira),Burt's Bees (kendisi hayvan üzerinde test yapmıyor, ama ana şirket yapıyor), Body Shop (L'Oréal'in olduğunu unutmayalım!).
Body Shop'u es geçersek, biraz da paraya kıyarsak kozmetik işini Inglot'dan halledebiliriz. Benim o kadar param yok diyenlere benden seçenekler ise, Peta'nın sitesinde olmayan, ama birçok cruelty-free sitesinde adı geçen, bizde de Rossman ve Gratis'te satılan Essence. Ürünleri daha çok genç kızlar için gibi (hatta sitesinde Justin Bieber var o derece), ama çooook ucuzlar (4 liraya filan ruj var o derece), bir de internetten sipariş verebileceğiniz, yine ucuz ürünleri olan E.L.F. Ben ELF'ten sivilce için mineral pudra kullandım, hiç de fena değildi doğrusu.
Ama olay aslında ruj, rimelle de bitmiyor. Benim için en zor olay şampuan ve diş macunu olacak herhalde. Şampuan olarak LUSH'ın katı şampuanları uygun fiyatlı (ilk fırsatta alıp deneyeceğim), bakım kremleri filan olarak da aktarlardan bir şeyler alınabilir, diş macunu olarak da internette araştırırken gördüğüm Kiss My Face'in diş macununu bulabilirsem denemeyi düşünüyorum (internette 14 lira civarı). Bakalım bu konuda da tamamen cruelty-free ürünlerle yaşamayı becerebilecek miyim?
Daha fazla okumak isterim ben derseniz, internette araştırırken bir makyaj bloguna rast geldim, ona da bir göz atın derim: makyaj aynam
Subscribe to:
Posts (Atom)