I know I have not write much on the blog since I came to Lille. All is well and an update will come soon, but I just can't resist to share this voice in the meantime...
Lille'e geldiğimden beri bloga çok yazmadığımın farkındayım, yakında bir şeyler yazmayı umuyorum, ama bu arada bu sesi paylaşmadan duramadım.
an a live performance/ canlı konser kaydı:
Friday, October 14, 2011
Friday, October 7, 2011
Heroes of the 21th century/ 21. Yüzyılın Kahramanları
Steve Jobs'ın ölümüyle yine kendimi jenerasyonunu eleştiren kıl kişi pozisyonunda buluyorum (ki facebooktan dolaylı olarak kıl diye anıldım, o derece), ama Steve Jobs'a yakılan ağıtlar beni gerçekten deli ediyor, o yüzden dayanamıyorum ve yine içimdekini kusmak için bu blogu kullanıyorum.
Evet Mac çok iyi bir bilgisayar, evet Iphone eğlenceli bir şey, Ipad şık gözüküyor, hepsine tamam da bunlar sadece oldukça pahalı elektronik oyuncaklar. Şimdi olay ne bunları yaratan adam ölmüş, allah rahmet eylesin tamam. Ama bu ağıtlar nedir, neredeyse yas ilan edeceğiz adamın arkasından. "Büyük deha Steve Jobs'un ölümüyle artık dünya daha kötü bir yer" (!!). Öyle mi gerçekten, diyelim ki mac'ler dünyanın güzelleştiriyor, sanıyor musunuz ki adam ölünce mac'ler ortadan kalkacak, yeni Iphone çıkmayacak. Yoo, o çok uluslu şirkette Steve Jobs gibi 50 tane deha daha var, onlar üretecek, biz tüketeceğiz (ki açıkçası son dönem Iphone'lar Steve Jobs'ın elinden mi çıkıyordu emin de değilim.)
Sorun bu da değil aslında, sorun şu ki, şimdi insanlar çıkmış "Steve Jobs benim kahramanımdı" diyorlar, bir Ceo'yu kahraman olarak belirleyebiliyorlar. Bugün ki kahramanlarımız ceolar, şarkıcılar, oyuncular, modacılar; kendini "marka"ya çevirmiş insanlar. Bir kahraman illa politikacı/asker olmak zorunda değil elbette, ama insanlık için bir şey yapmış, bir şey kurtarmış, ya da en azından kurtarmaya çalışmış, olmalı.
Çok değil biraz geriye gidip 20. yüzyılın kahramanlarına bakarsak; Ghandi, Nelson Mandela,Dalai Lama, Che Guevera, Fidel Castro, Salvador Allende ...(aklıma ilk gelenler), ya da sanatın içinden Neil Amstrong, Joan Baez, John Lennon, Alice Walker, Edward Said ve daha nicesinin bir derdi vardı. Şimdi 21. yüzyıl kahramanı olarak karşıma Steve Jobs, Will Gates, Mark Zukerberg, Oprah gibi kişiler çıkarılınca kimse beni kıllıkla suçlamasın ben buna sinirleniyorum. Ve bugün bin çeşit sosyal medya marifetiyle dünyanın bilincini şekillendiren ve insanlara yol gösteren kişilerin artık Oprah ve Obama gibi şaklabanlar olması beni hem sinirlendiriyor, hem de korkutuyor. Evet kapitalizmin yarattığı güzel paketler içindeki bu insanlar çok çekiciler, fakat bunları kahraman olarak alan bir jenerasyonun gideceği yere gitmeyi ben reddediyorum. (Diyorum ve kıllığıma şimdilik ara veriyorum, alınan alınsın darılan darılsın!)
Evet Mac çok iyi bir bilgisayar, evet Iphone eğlenceli bir şey, Ipad şık gözüküyor, hepsine tamam da bunlar sadece oldukça pahalı elektronik oyuncaklar. Şimdi olay ne bunları yaratan adam ölmüş, allah rahmet eylesin tamam. Ama bu ağıtlar nedir, neredeyse yas ilan edeceğiz adamın arkasından. "Büyük deha Steve Jobs'un ölümüyle artık dünya daha kötü bir yer" (!!). Öyle mi gerçekten, diyelim ki mac'ler dünyanın güzelleştiriyor, sanıyor musunuz ki adam ölünce mac'ler ortadan kalkacak, yeni Iphone çıkmayacak. Yoo, o çok uluslu şirkette Steve Jobs gibi 50 tane deha daha var, onlar üretecek, biz tüketeceğiz (ki açıkçası son dönem Iphone'lar Steve Jobs'ın elinden mi çıkıyordu emin de değilim.)
Sorun bu da değil aslında, sorun şu ki, şimdi insanlar çıkmış "Steve Jobs benim kahramanımdı" diyorlar, bir Ceo'yu kahraman olarak belirleyebiliyorlar. Bugün ki kahramanlarımız ceolar, şarkıcılar, oyuncular, modacılar; kendini "marka"ya çevirmiş insanlar. Bir kahraman illa politikacı/asker olmak zorunda değil elbette, ama insanlık için bir şey yapmış, bir şey kurtarmış, ya da en azından kurtarmaya çalışmış, olmalı.
Çok değil biraz geriye gidip 20. yüzyılın kahramanlarına bakarsak; Ghandi, Nelson Mandela,Dalai Lama, Che Guevera, Fidel Castro, Salvador Allende ...(aklıma ilk gelenler), ya da sanatın içinden Neil Amstrong, Joan Baez, John Lennon, Alice Walker, Edward Said ve daha nicesinin bir derdi vardı. Şimdi 21. yüzyıl kahramanı olarak karşıma Steve Jobs, Will Gates, Mark Zukerberg, Oprah gibi kişiler çıkarılınca kimse beni kıllıkla suçlamasın ben buna sinirleniyorum. Ve bugün bin çeşit sosyal medya marifetiyle dünyanın bilincini şekillendiren ve insanlara yol gösteren kişilerin artık Oprah ve Obama gibi şaklabanlar olması beni hem sinirlendiriyor, hem de korkutuyor. Evet kapitalizmin yarattığı güzel paketler içindeki bu insanlar çok çekiciler, fakat bunları kahraman olarak alan bir jenerasyonun gideceği yere gitmeyi ben reddediyorum. (Diyorum ve kıllığıma şimdilik ara veriyorum, alınan alınsın darılan darılsın!)
Wednesday, September 14, 2011
Happiness
Happiness is a weird thing that comes and goes,
It's small like coffee and kisses,
And so big that you can even miss it
Happiness is like a tree
Spreading his arms to everyone around
And when it goes,
You're left with nothing but darkness.
Today happiness is besides me,
Who can tell
what tomorrow will be.
Sunday, September 4, 2011
It's Gothic, it's a Soap Opera, it's Dark Shadows!
Do you like gothic? Old mysterious houses, abandoned buildings, ghosts and such? Yes, I know you do. And I know that you watched a soap opera fanatically sometime in your life even though you'll never admit it. Then I'll tell you, you'll love love love Dark Shadows.
Gotik sever misiniz? Eski gizemli evler, terk edilmiş binalar, hayaletler? Kabul edin ki seviyorsunuz. Ve biliyorum ki kabul etmeseniz de hepiniz hayatınızın bir yerinde bir pembe diziyi çılgınca izlediniz. O zaman Dark Shadows'u sevmeniz garanti.
What is it you say? Well it's a gothic soap opera aired in 1966-1971. You may also hear the name more often now, as Tim Burton is planning to turn it into a movie next year (yes of course Depp and Bonham-Carter will star in). So if you like gothic and 60's, why not watch the t.v. series before the film starts to air in theaters. It's only 1245 episodes after all! I heard that in later seasons, the story will have parallel universes and time travel to the 18th century, after that time I guess we would be watching a comedy-gothic soap opera.
Dark Shadows 1966-71 arasında yayınlanan bir gotik pembe dizi (evet, yanlış duymadınız!). İsmini duymadıysanız bile yakında oldukça sık duyacaksınız, çünkü Tim Burton'un yeni planlarında bu diziyi filme çevirmek var. (Ve tabii ki yine Depp ve Bonham-Carter'la). Bu yüzden eğer gotiği ve 60'ları seviyorsanız, film vizyona girmeden diziye dalmanızda yarar var. Hem dizi sadece 1245 bölümcük! Bir de size küçük bir tüyocuk, ilerleyen sezonlarda diziye paralel evrenler ve zaman yolculuğu eklenecekmiş, böylece karakterleri 18. yüzyılda görüp bir komedi-gotik pembe dizi de izleyebileceğiz.
Let me be clearer on that, the episodes are only 20 minutes long and every plot in the story runs at least 50 episodes, so watching 50 episodes is like, I don't know, watching 5 Lost episodes. The bad side of it it's that it takes 20 episodes for the characters to see that 2+2=4 and you may grow tiresome of their stupidity when you get the idea in 2 episodes. But nevertheless, it's fun to watch and you never run out of episodes (yes the show is dependable, if not anything else).
1245 bölüm gözünüzü korkutmasın, bölümler sadece 20 dakika ve her hikaye en az 50 bölüm sürüyor, yani 50 bölüm izlemek 5 Lost bölümü izlemek gibi bir şey. Bunun tek bir kötü noktası var, o da şu ki karakterlerin ikiyle ikiyi toplaması 20 bölüm falan sürüyor, bu arada siz "Salaklar" diye diye kıvranıyorsunuz. Ama bu da tabii ki bir pembe dizinin olmazsa olmazı.
The story starts with an orphan governess; Vicki Winters coming to the founding home of Collinsport, Collinwood somewhere in Maine. A man; Burke Devlin, who was condemned for a car accident also comes to town in the same train. Vicki will meet with the gothic and snob aristocratic Collins family and the noisy townies:
Hikaye kimsesiz bir mürebbiye olan Vicki Winters'ın Collinsport'un kurucu aristokrat ailesi Collinwood'a gelmesiyle başlıyor. Onunla aynı trende olan Burke Devlin ise hapis yattığı araba kazasından sonra ilk defa kasabaya geri dönüyor. Collinsport'ta Vicki artistokrat burnu kalkık Collins ailesi ve meraklı kasabalılarla tanışıyor ve olaylar başlıyor:
Victoria, Vicki, Winters:
Vicki Winters is the orphan governess who got a mysterious invite to work in Collinwood. As a child, she continuously received money from an unknown person in a town close to Collinwood, so she hopes to find something about her history there. What she finds, though, is ghosts and ghouls and all the spooks you can think of. (She is such a sweetheart that it annoys you sometimes. But she can be very stubborn too and is deeply attached to the Collins family.)
Vicki Winters Collinwood'da çalışması için tuhaf bir davet alan kimsesiz mürebbiyemiz. Çocukluğunda Collinport'a yakın bir yerden ona her ay para yollanmış, o da geçmişine dair bir şeyler öğrenmek umuduyla iş teklifi kabul edip Collinsport'a geliyor. Bulduğu şey ise, geçmişi yerine, hayaletler, canavarlar ve aklınıza gelebilecek her türlü korkunç şeu. (Vicki o kadar tatlı ki, bazen sinirinizi bozuyor. Ama bazı konularda da oldukça dikkafalı olabiliyor ve Collins ailesini kendi ailesi gibi görüyor).
Vicki Winters Collinwood'da çalışması için tuhaf bir davet alan kimsesiz mürebbiyemiz. Çocukluğunda Collinport'a yakın bir yerden ona her ay para yollanmış, o da geçmişine dair bir şeyler öğrenmek umuduyla iş teklifi kabul edip Collinsport'a geliyor. Bulduğu şey ise, geçmişi yerine, hayaletler, canavarlar ve aklınıza gelebilecek her türlü korkunç şeu. (Vicki o kadar tatlı ki, bazen sinirinizi bozuyor. Ama bazı konularda da oldukça dikkafalı olabiliyor ve Collins ailesini kendi ailesi gibi görüyor).
Elizabeth, Liz, Collins Stoddard:
The Queen of Collinwood, she is the head of the family and the head of the town. The actress, Joan Bennett, is gorgeous and talented and she sure knows how to give the gothic vibe. 18 years ago, her husband left and she never left the premises ever since. It's also hinted that she has a deep secret, but God know what. Ah, before I forget, she is so fond of Vicki that it makes you think if they can be related. (Definitely my favorite actress of the series and a beautiful beautiful woman. It's just fun to watch her. Also ghost may invade the house, the house can be on fire, she may even be in a coma, but every time you see her she has the same complicated updo!).
Collinwood'un kraliçesi Liz ailenin ve kasabanın başı. Oyuncu Joan Bennett çok güzel ve yetenekli bir oyuncu ve gotiğin ne demek olduğunu oldukça içselleştirmiş biri. 18 yıl önce kocası onu terk ediyor ve o da o zamandan beri evin sınırlarından dışarı adım atmamış. Ayrıca dizide defalarca bir sırrı olduğu ima ediliyor, ama ne olduğunu allah bilir. Ayrıca Vicki'ye o kadar düşkün ki Vicki'yle aralarında kan bağı olduğunu düşündürüyor. (Dizideki en sevdiğim oyuncu, nefes kesici bir kadın. Sadece onu seyretmek için bile dizi izlenir. Ayrıca evi hayaletler basabilir, hatta ev cayır cayır yanabilir ama onu asla komplike topuzu olmadan göremezsiniz!).
Collinwood'un kraliçesi Liz ailenin ve kasabanın başı. Oyuncu Joan Bennett çok güzel ve yetenekli bir oyuncu ve gotiğin ne demek olduğunu oldukça içselleştirmiş biri. 18 yıl önce kocası onu terk ediyor ve o da o zamandan beri evin sınırlarından dışarı adım atmamış. Ayrıca dizide defalarca bir sırrı olduğu ima ediliyor, ama ne olduğunu allah bilir. Ayrıca Vicki'ye o kadar düşkün ki Vicki'yle aralarında kan bağı olduğunu düşündürüyor. (Dizideki en sevdiğim oyuncu, nefes kesici bir kadın. Sadece onu seyretmek için bile dizi izlenir. Ayrıca evi hayaletler basabilir, hatta ev cayır cayır yanabilir ama onu asla komplike topuzu olmadan göremezsiniz!).
David, Davie, Collins
David is Roger's son and the only heir to the Collins family. In the first 50 episodes, he is creepy, silly and plain bad. He reminded me of the boy in Omen! But after 50 or so episodes, he starts to resembling of a sweet young boy. He is capable of speaking with the ghosts and is obsessed with the supernatural. Oh, and yes, he hates his father and wishes that he would die! (He is such a rascal at the beginnings, but will grow sweeter. The young actor is second the best to Joan Bennett and I love love love him!)
David Roger'ın oğlu ve Collins ailesinin tek veliahtı. İlk 50 bölümde çok korkunç, aptal ve kötü bir çocuk gibi görünüyor. O bölümlerde bana bazen Omen'deki çocuğu hatırlattığı bile oldu. Ama sonra, şirin küçük bir çocuğa dönüşmeye başlıyor. Hayaletlerle konuşabiliyor ve doğa üstü her şeye kafayı fena halde takmış durumda. Ve, unutmadan, babasından nefret ediyor ve onun ölmesini istiyor! (Başlarda çok yaramaz ve kötü, ama ilerki bölümlerde çok tatlılaşıyor. Ayrıca oyuncu Joan Bennett'ten sonraki en iyi oyuncu ve onu cidden çok seviyorum).
David Roger'ın oğlu ve Collins ailesinin tek veliahtı. İlk 50 bölümde çok korkunç, aptal ve kötü bir çocuk gibi görünüyor. O bölümlerde bana bazen Omen'deki çocuğu hatırlattığı bile oldu. Ama sonra, şirin küçük bir çocuğa dönüşmeye başlıyor. Hayaletlerle konuşabiliyor ve doğa üstü her şeye kafayı fena halde takmış durumda. Ve, unutmadan, babasından nefret ediyor ve onun ölmesini istiyor! (Başlarda çok yaramaz ve kötü, ama ilerki bölümlerde çok tatlılaşıyor. Ayrıca oyuncu Joan Bennett'ten sonraki en iyi oyuncu ve onu cidden çok seviyorum).
Doesn't he have the cutest smile?
Siz bundan tatlı gülüş gördünüz mü?
Roger Collins:
The man we all love to hate. He is the father of David and Liz's brother. He kinda runs the business, but not really (you cannot run anything with a queen like Liz running around!). He is bitter, obnoxious and it's hinted that he was associated with the car accident 10 years ago. (If you ask me, I agree with Davie, I wish he would die. But he gets a bit better in the later episodes, nevertheless, he is the most spoiled selfish character in the series.)
Ulusal olarak nefret etmemiz gereken adam. David'in babası ve Liz'in kardeşi. Ailenin işlerinin başında olduğu inancına kapılmış, ama aslında alakası yok. (Tabii ki Liz gibi bir kraliçenin olduğu yerde sümsük Roger'ın hiçbir şeyi yönetme şansı yok.). Gıcık, sinir bozucu bir karakter ve 10 yıl önceki araba kazasıyla bir ilgisi var. (Bana sorarsanız ben Davie'ye katılıyorum, keşke ölse. Ama 150. bölümden sonra biraz daha iyileşiyor, yine de çok sinir bozucu bir karakter.)
Ulusal olarak nefret etmemiz gereken adam. David'in babası ve Liz'in kardeşi. Ailenin işlerinin başında olduğu inancına kapılmış, ama aslında alakası yok. (Tabii ki Liz gibi bir kraliçenin olduğu yerde sümsük Roger'ın hiçbir şeyi yönetme şansı yok.). Gıcık, sinir bozucu bir karakter ve 10 yıl önceki araba kazasıyla bir ilgisi var. (Bana sorarsanız ben Davie'ye katılıyorum, keşke ölse. Ama 150. bölümden sonra biraz daha iyileşiyor, yine de çok sinir bozucu bir karakter.)
Carolyn, Kitten, Stoddard:
She is the daughter of Elizabeth and the beauty of the house. She's young and flirty. Usually she is not the center of the plot, but helps to develop it. (She can be impossible with her childish fits of jealousy sometimes, but I like her a lot. With Elizabeth's updo and her signature hair, I pity the make-up department.)
Carolyn Elizabeth'in kızı ve evin afeti. Genç ve oynak bir kız. Genelde hikayenin çok içinde yer almıyor ama hikayenin gelişmesine yardımcı oluyor. (Burke'u kıskandığında çok sinir bozucu bir çocuk gibi olabiliyor ama yine de sevdiğim karakterlerden. Elizabeth'in topuzu ve Carolyn'in saçlarıyla doğrusu kuaför departmanına çok acıyorum.)
Carolyn Elizabeth'in kızı ve evin afeti. Genç ve oynak bir kız. Genelde hikayenin çok içinde yer almıyor ama hikayenin gelişmesine yardımcı oluyor. (Burke'u kıskandığında çok sinir bozucu bir çocuk gibi olabiliyor ama yine de sevdiğim karakterlerden. Elizabeth'in topuzu ve Carolyn'in saçlarıyla doğrusu kuaför departmanına çok acıyorum.)
Burke Devlin:
When he was first introduced to the series, he seems like a villain. But since I hate Roger deeply, I cannot help sympathizing with him. He claims that Roger was the one who drove the car at the night of the accident. After spending 5 years in jail and 5 years building a fortune, he returns to Collinsport to take revenge and some women on the side! (He seduces Carolyn, but in fact is more interested in Vicki. Nevertheless, he is a womanizer. I'm surprised he didn't try anything on Liz for that matter. He is also very fond of Davie and possibly can be his real father!)
Dizinin başlarında dizinin kötü adamı gibi gösteriliyor. Ama Roger'dan nefret ettiğimden Burke'e hak vermeden edemiyorum. 10 yıl önceki araba kazasında kendisinin değil Roger'ın arabayı kullandığını iddia ediyor. 5 yılı hapiste, 5 yılı da ceplerini doldurmakla geçirdikten sonra öcünü almak için Collinsport'a geri dönüyor. Tabii bu arada bir kaç kadının da aklını çelmesi işten bile değil. (Aslında Carolyn'i tavlamaya çalışır gibi gözüküyor, ama Vicki'yle daha ilgili. Her ne olursa olsun tam bir kadın avcısı. Açıkçası ben Liz'e yavşamamasına şaşıyorum. Ayrıca Davie'yle çok yakınlar ve onun gerçek babası olması olasılığı var!).
Dizinin başlarında dizinin kötü adamı gibi gösteriliyor. Ama Roger'dan nefret ettiğimden Burke'e hak vermeden edemiyorum. 10 yıl önceki araba kazasında kendisinin değil Roger'ın arabayı kullandığını iddia ediyor. 5 yılı hapiste, 5 yılı da ceplerini doldurmakla geçirdikten sonra öcünü almak için Collinsport'a geri dönüyor. Tabii bu arada bir kaç kadının da aklını çelmesi işten bile değil. (Aslında Carolyn'i tavlamaya çalışır gibi gözüküyor, ama Vicki'yle daha ilgili. Her ne olursa olsun tam bir kadın avcısı. Açıkçası ben Liz'e yavşamamasına şaşıyorum. Ayrıca Davie'yle çok yakınlar ve onun gerçek babası olması olasılığı var!).
Joe Haskell:
He is the trusty fisherman who works at the Collins fishing fleet and the early love interest of Carolyn. When something needs to be done, it's the good old Joe who does it. He is very kind and sweet and kinda Carolyn's toy.
Joe, ailenin balık filosunda çalışan güvenilir balıkçı ve Carolyn'in ilk aşkı. Bir şey yapılması gerektiğinde hemen Joe aranıyor. Çok tatlı ve ağırbaşlı biri ve Carolyn'in elinde oyuncak olmuş durumda.
Joe, ailenin balık filosunda çalışan güvenilir balıkçı ve Carolyn'in ilk aşkı. Bir şey yapılması gerektiğinde hemen Joe aranıyor. Çok tatlı ve ağırbaşlı biri ve Carolyn'in elinde oyuncak olmuş durumda.
Sam Evans:
Sam Evans is the artist of Collinsport and a drunk. He saw something regarding the car accident 10 years ago and the guilt is eating him alive. He can be find quarreling with Roger or enjoying a drink in Blue Whales.
Sam Evans Collinsport'un sanatçısı ve ayyaşı. 10 yıl önceki kazayla ilgili gördüğü bir şey yüzünden vicdan azabından kurtulamıyor. Genelde Roger'la kavga ederken ya da Blue Whales'de içerken görülüyor.
Sam Evans Collinsport'un sanatçısı ve ayyaşı. 10 yıl önceki kazayla ilgili gördüğü bir şey yüzünden vicdan azabından kurtulamıyor. Genelde Roger'la kavga ederken ya da Blue Whales'de içerken görülüyor.
Maggie Evans:
Maggie is the daughter of Sam and the coffee source of the town (which in the 60's meant a great deal apparently, half of the show is about coffee. They even eat steaks with coffee for God's sake!). She is a bit noisy and curious (understatement!) and she tries to solve the mysteries in order to help his father. She is cute as a button and very bubbly which is a change after seeing Roger.
Maggie Sam'in kızı ve kasabanın kahvesini sağlama gibi ulvi bir görevi var. (Ki bu 60'larda çok önemli bir şeymiş gibi gözüküyor. Dizinin yarısı kahveyle ilgili konuşmakla geçiyor ve adamlar bifteğin yanında bile kahve içiyorlar). Meraklı ve dedikoducu olmasının yanında babasına yardım etmek için gizleri çözmekle uğraşıyor. Neşeli ve çok şirin bir kız ve Roger'dan sonra insana çok iyi geliyor.
Josette Collins:
She is the French bride of the Collins family when the family first moved to Collinsport. It's told that she killed herself jumping from the cliffs from loneliness. She is the head of the ghosts in the house and appears quite a lot after 50th episode. David sees and loves her a lot and she helps the family on difficult situations.
Collins ailesi ilk Collinsport'a yerleştiğinde yaşamış Fransız gelin. Yalnızlıktan kendini uçurumdan attığı düşünülüyor. Evdeki hayalet çetesinin başı ve 50. bölümden sonra aktif olarak hayatımıza giriyor. Özellikle David onu çok seviyor ve genelde aileyi kurtarmaya çalışırken görülüyor.
Of course, there are other characters, but this will get you started. If you want to learn everything there is to know about Dark Shadows, visit Dark Shadowed. It's the blog of the friend who got me hooked on the series. Fun guaranteed!
Tüm karakterler bu değil tabii ki, ama bunlar size başlangıç için yeter sanıyorum. Dark Shadows'la ilgili daha fazla şey öğrenmek için, sizi beni diziye bulaştıran arkadaşımın bloguna alayım. Eğlence garanti!
all photos taken from/görseller: dark shadows wiki
Maggie is the daughter of Sam and the coffee source of the town (which in the 60's meant a great deal apparently, half of the show is about coffee. They even eat steaks with coffee for God's sake!). She is a bit noisy and curious (understatement!) and she tries to solve the mysteries in order to help his father. She is cute as a button and very bubbly which is a change after seeing Roger.
Maggie Sam'in kızı ve kasabanın kahvesini sağlama gibi ulvi bir görevi var. (Ki bu 60'larda çok önemli bir şeymiş gibi gözüküyor. Dizinin yarısı kahveyle ilgili konuşmakla geçiyor ve adamlar bifteğin yanında bile kahve içiyorlar). Meraklı ve dedikoducu olmasının yanında babasına yardım etmek için gizleri çözmekle uğraşıyor. Neşeli ve çok şirin bir kız ve Roger'dan sonra insana çok iyi geliyor.
Josette Collins:
She is the French bride of the Collins family when the family first moved to Collinsport. It's told that she killed herself jumping from the cliffs from loneliness. She is the head of the ghosts in the house and appears quite a lot after 50th episode. David sees and loves her a lot and she helps the family on difficult situations.
Collins ailesi ilk Collinsport'a yerleştiğinde yaşamış Fransız gelin. Yalnızlıktan kendini uçurumdan attığı düşünülüyor. Evdeki hayalet çetesinin başı ve 50. bölümden sonra aktif olarak hayatımıza giriyor. Özellikle David onu çok seviyor ve genelde aileyi kurtarmaya çalışırken görülüyor.
Of course, there are other characters, but this will get you started. If you want to learn everything there is to know about Dark Shadows, visit Dark Shadowed. It's the blog of the friend who got me hooked on the series. Fun guaranteed!
Tüm karakterler bu değil tabii ki, ama bunlar size başlangıç için yeter sanıyorum. Dark Shadows'la ilgili daha fazla şey öğrenmek için, sizi beni diziye bulaştıran arkadaşımın bloguna alayım. Eğlence garanti!
all photos taken from/görseller: dark shadows wiki
Friday, September 2, 2011
1001 Movies You Must See Before You Die
I have a lot of free time on my hands, so I calculated how many of the '1001 movies' I watched until now, you know, you never know I can drop dead tomorrow... I plan on doing these 1001 movies for a while for 'Cinema Mondays'. But first, let's see what films I did watch, the number is 254, we'll see how much more I can watch by the end of the year...
Evet, üşenmedim oturup "Ölmeden önce izlenmesi gereken 1001 film"den kaç tanesini izlemişim hesapladım, malum hayat belli olmaz, yarın bile ölebiliriz, bu kadar iddialı bir soruya kayıtsız kalamayız değil mi? Bundan sonra 'Sinemalı Pazartesiler'de bir süre bu 1001 film içinden izlemediğim filmlere yer vereceğim. Ama önce neleri izlemişim onlara bakayım, ben hali hazırda bunların 254 tanesini izlemişim, bakalım yıl sonuna kadar bu sayıyı kaça çıkaracağım...
From the 1910-1920, we have Griffith's still discussed masterpieces The Birth of a Nation and Intolerance and the film of criminals known as "vampires" Les Vampires/Vampires in the list. This decade was the true birth of cinema, because the last decade was more on experimenting with the camera and finding new technology and this decade created a film language and produced films still enjoyable today.
1910-1920 yılları Griffith'in hala çok tartışılan şaheserleri The Birth of a Nation/Bir Ulusun Doğuşu ve Intolerance/Hoşgörüsüzlük ve vampirler olarak bilinen bir suç grubunun filmi Les Vampires/Vampirler var. Bu on yıla gerçek anlamda sinemanın doğuşu diyebiliriz, zira bir önceki on yıl, daha çok kamerayı ve yeni teknikleri keşfetmeye odaklanmışken, bu on yılda, sinema dilinin oluştuğunu ve bu gün bile izlenebilen filmlerin ortaya çıktığını görüyoruz.
This decade witnessed the birth of Soviet Cinema and the art-house of today and also started the Hitchcock era that will become a true sensation through the world. The first documentaries The Man With the Movie Camera and Nanook of the North, alongside with the stunning performance of Maria Falconetti in La Passion de Jeanne D'Arc/The Passion of Joan of Arc, Luis Bunuel's Un Chien Andalou/ An Andalusian Dog with the eye cutting scene that is identified with the cinema itself today are the highlights of the decade. Another dominant style of the era is the German Expressionism with Das Cabinet des Dr. Caligari/ The Cabinet of Dr. Caligari and the first vampire movie Nosferatu. Also, you can name Alfred Hitchcocks semi-talkie (the film has sound in only half of it, the other half is silent!) Blackmail.
Bu on yıl, bir yandan Sovyet sinemasının doğuşuna, ve bugünkü anlamıyla sanat sinemasının atalarına şahit olurken, diğer yandan da, sinema dünyasını kasıp kavuracak Hitchcock dönemini başlatıyor. Sinema dünyasının ilk belgeselleri Dziga Vertov'un Man with the Movie Camera/Film Kameralı Adam'ı ve Nanook of the North/Kuzeyli Nanook'un yanında, Maria Falconetti'nin müthiş oyunculuğuyla La Passion de Jeanne d'Arc/Jeanne d'Arc'ın Tutkusu, sinemayla özleşen göz kesme sahnesiyle Luis Bunuel'in Un Chien Andalou/ Bir Endülüs Köpeği var. Bu on yılda ortaya çıkan diğer bir tür ise, Alman Ekspresyonist Sineması'ndan Das Cabinet des Dr. Caligari/ Doktor Caligari'nin Muayenehanesi ve ilk vampir filmi Nosferatu var. Alfred Hitchcock'un filmi ise yarı sesli (gerçekten filmin bir kısmında ses var, kalanında yok!) Blackmail/Şantaj.
30's are very important for the history of cinema both because of the transition of talkies and the arrival of first color movies. The most important art movies of the decade are Luis Bunuel's Age D'Or/ The Golden Age, the most important film of French Impressionism Partie de Campagne/ A Day in the Country and the controversial Nazi propaganda film of Leni Riefenstahl Triumph des Willens/ Triumph of the Will. This decade is also important for the most genuis comedian Charlie Chaplins' movies City Lights and Modern Times, the creator of suspense genre, alongside with Hitchcock, Fritz Lang's M, one of the first Disney movies Snow White and most beloved classics The Wizard of Oz and Gone with the Wind.
1930'lar hem sesli sinemaya geçiş, hem de ilk renkli filmlerle, sinema tarihinin en yenilikçi on yılı. Bu on yılın en önemli sanat filmleri Luis Bunuel'in L'Age D'Or/ Altın Çağ'ı ve Fransız İmpresyonist akımının en önemli filmi Partie de Campagne/ Bir Kır Eğlencesi'nin yanı sıra, tartışmalar yaratan Leni Riefenstahl'ın Nazi propoganda belgeseli Triumph des Willens/İradenin Zaferi. Ayrıca bu on yılda gelmiş geçmiş en dahi komedyen Charlie Chaplin'in City Lights/Şehir Işıkları ve Modern Times/Modern Zamanları, Hitchcock'la beraber gerilim sinemasını yaratan Fritz Lang'ın M'i, ilk Disney filmlerinden Snow White/ Pamuk Prenses, ve on yılın en sevilen klasikleri The Wizard of Oz/ Oz Büyücüsü ile dünyanın en güzel aşk filmlerinden biri Gone with the Wind/Rüzgar Gibi Geçti ise, gerçekten ölmeden önce izlenmesi gereken filmler arasında.
1940'lı yılların en önemli filmleri sinema dahisi Orson Welles'in Citizen Kane/Yurttaş Kane'i, bunun yanında Rossellini'nin Roma, Citta Aperta/ Roma, Açık Şehir'i ve Kurosawa'nın Rashomon'u var. Dönemin unutlumaz klasikleri Gilda, Casablanca, The Postman Always Rings Twice/Postacı Kapıyı İki Kere Çalar ve It's A Wonderful Life/Şahane Hayat. Hitchcock'un Rebecca'sının yanı sıra, bu on yıl aynı zamanda Double Indemnity/Çifte Tazminat ile film noir'ın da başlangıcına tanıklık ediyor. Bunun dışında bu on yıla ait izlediğim filmler; Beauty and the Beast/ Güzel ve Çirkin, Gene Kelly ve Frank Sinatra'lı denizci komedisi On the Town/Denizciler Geliyor ve Walt Disney çizgi filmleri Fantasia, Pinocchio/Pinokyo ve Dumbo.
The importance of the 50's lies for me in French New Wave and the beginning of Godard's carrier. The film I saw this decade includes the New Wave films A Bout de Souffle, Alain Resnais dealing with Nazis Nuit and Bruillard and another face-off with the 2nd World War Hiroshima Mon Amour. The American cinema was thriving in this decades with big studio movies, like my favorites Gigi with the calm beauty of Leslie Caron, Barefoot Contessa, Roman Holiday and Singin' in the Rain, but also Sunset Boulevard, An American in Paris and Seven Brides for Seven Brothers. The films I watched continue with a Tati comedy Mon Oncle, the angry men of Britain 12 Angry Men, those of the two biggest stars of the era; Marilyn Monroe's Gentlemen Prefer Blondes, Some Like it Hot and the film that created James Dean's short but fabulous career Rebel Without a Cause, Kurosawa's Seven Samurai and Rear Window, The Man Who Knew Too Much, The Wrong Men of Hitchcock.
1950'lerin benim için en önemli yanı, Fransız Yeni Dalga'nın ve dolayısıyla Godard'ın ortaya çıkışı, bu yılda Yeni Dalga akımından A Bout de Souffle/Serseri Aşıklar, Alain Resnais'nin Nazilerle hesaplaşması Nuit et Brouillard/Gece ve Sis'i ve Hiroshima Mon Amour/ Hiroşima Sevgilim bu on yılın en önemli sanat filmleri. Benim en sevdiğim filmler arasında olan güzelim Leslie Caron'lı Gigi, Barefoot Contessa/ Çıplak Ayaklı Kontes, Roman Holiday/Roma Tatili ve Singin' in the Rain/Yağmur Altında'nın yanı sıra, dönemin keyifli stüdyo filmleri Sunset Boulevard/ Sunset Bulvarı, An American in Paris/ Paris'te Bir Amerikalı, Seven Brides for Seven Brothers/Yedi Kardeşe Yedi Gelin. Bunun yanında Tati komedisi Mon Oncle/Amcam ve İngiliz'in kızgın adamları 12 Angry Men/ 12 Kızgın Adam, dönemin iki starı Marilyn Monroe'dan Gentlemen Prefer Blondes/Erkekler Sarışınları Sever ve Some Like it Hot/Bazıları Sıcak Sever ve James Dean'li Rebel Without a Cause/Asi Gençlik, Kurosawa'nın Seven Samurai/Yedi Samuray'ı, ve Hitchcock'un Rear Window/Arka Pencere, The Man Who Knew Too Much/Çok Şey Bilen Adam ve The Wrong Man/Lekeli Adam'ı, dönemin izlenmesi gereken filmlerinden.
The 60's are the decade of the thrillers as much as the art films. While French New Wave continues with my favorites of Godard Vivre Sa Vie, Pierrot le Fou, Week-end and Truffaut's Jules et Jim, this decade has a high importance for Fellini with 8 1/2 and Guiletta degli Spiriti/Juliet of the Spirits. Also Antonioni's Blow-up, his long lost film The Passenger and Chris Marker's La Jetée are the other famous art films. But for me, the best films of this decade are, without any hesitation or doubt, Ingmar Bergman's Persona and Luis Bunuel's Belle Du Jour.
1960-1970'ler sanat filmleri kadar bilimkurgu filmlerinin de on yılıdır. Fransız Yeni Dalgası Godard'ın en sevdiğim filmleri Vivre Sa Vie/Hayatı Yaşamak, Pierrot le Fou/Çılgın Pierrot ve Week-end/Hafta Sonu ve Truffaut'nun Jules et Jim/Jules ve Jim'iyle devam ederken, bu on yıl Fellini için de çok üretken geçer; 8 1/2 ve Juliet of the Spirits. Aynı zamanda Antonioni'den Blow-up ve The Passenger ve Chris Marker'dan La Jetée de dönemin önemli sanat filmlerindendir, ama benim için bu yılın en önemli filmleri hiç tartışmasız Ingmar Bergman'ın Persona'sı ve Luis Bunuel'in Belle de Jour/Gündüz Güzeli'dir.
Other directors who put their stamps in this decade are Hitchcock with Psycho, The Birds and Marnie and Stanley Kubrick with the absurd politic satire of the nuclear era Dr. Strangelove or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb and 2001 A Space Odyssey. The intelligent sci-fi Planet of the Apes, classics of the era Breakfast at Tiffany's, Bonnie and Clyde, Goldfinger and Rosemary's Baby are the other films who made the list for the 60's.
Bu on yıla damgasını vuran diğer isimler ise Psycho/Sapık, The Birds/Kuşlar ve Marnie ile Alfred Hitchcock ve absürd politik hicvi Dr. Strangelove or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb/ Garip Doktor ve uzay macerası 2001 A Space Odyssey/ 2001 Uzay Yolu Macerası ile Stanley Kubrick'tir. Bunun yanısıra bilimkurgu olarak Planet of the Apes/ Maymunlar Cehennemi, dönemin unutulmaz klasikleri Breakfast at Tiffany's/Tiffany'de Kahvaltı, Bonnie and Clyde/Bonnie ve Clyde, Goldfinger/Altınparmak ve Rosemary's Baby/Rosemary'nin Bebeği dönemin diğer önemli filmleri.
The list grows bigger when we're closer to our times of course. I think the highlight of 70's-80's is the boom in horror and suspense films. The Exorcist, The Texas Chainsaw Massacre, Don't Look Now, Jaws, Carrie, The Hills Have Eyes, Halloween and Alien. Besides those, this was the decade when we met the sensational trilogies Star Wars and Godfather.
Günümüze yaklaştıkça izlediğim filmler artıyor tabii. 1970-1980'lerin en önemli özelliği korku ve gerilim filmleri patlaması olsa gerek. The Exorcist/Şeytan, The Texas Chainsaw Massacre/Teksas Katliamı, Don't Look Now/Büyü, Jaws, Carrie, The Hills Have Eyes/Tepenin Gözleri, Halloween/Yabancı ve Alien/Yaratık. Bunun yanında on yıla damgasını vuran Star Wars/Yıldız Savaşları ve Godfather/Baba serisiyle de bu on yılda tanıştık.
The masterpieces of the art scene in this decade are Truffaut's La Nuit Américaine, Passolini's Salo o le 120 Giornate di Sodoma/ Salo or the 120 Days of Sodom and Fellini's Amarcord. For me, the most important film of this decade is Maysles Brothers Rolling Stones documentary Gimme Shelter. We must also name Polanski's Chinatown, Kubrick's Barry Lyndon and Clockwork Orange, Scorcese's Taxi Driver and One Flew Over the Cuckoo's Nest and Monty Python as the other important movies of the era.
Sanat filmlerine gelirsek, Truffaut'dan La Nuit Américaine/Amerikan Gecesi, Passolini'nin Salo o le 120 Giornate di Sodoma/ Salo ya da Sodom'un 120 Günü ve Fellini'nin Amarcord'u. Benim için bu on yılın en önemli filmlerinden biri ise Maysles Kardeşler'in Rolling Stones belgeseli Gimme Shelter'dır. Polanski'nin Chinatown/Çin Mahallesi, One Flew Over the Cuckoo's Nest/Guguk Kuşu, Monty Python, Kubrick'in Barry Lyndon'ı ile Clockwork Orange/Otomatik Portakal'ı ve Scorcese'nin Taxi Driver/Taksi Şoförü dönemin diğer önemli filmlerindendir.
To tell you the truth, 80's are not my favorite decade, neither it was the cinema's favorite. In the 80's blockbusters invaded the market. Nevertheless, we must name a couple of action-filled flics Scorcese's Raging Bull and Ridley Scott's Blade Runner and Spielberg's E.T. and Poltergeist. Paris, Texas by Wim Wenders is the hidden gem of the 80's. Plus, the first Turkish film enters the list; Yılmaz Güney's The Road. Best of the blockbusters are as follows; Nightmare on the Elm Street and my favorite Ghostbusters.
Doğrusunu söylemek gerekirse 80'li yıllar çok sevdiğim yıllardan değil. 80'lerde daha çok Blockbuster'ların saldırısı altına girmiş bulunuyoruz. Bunun yanında Scorcese'nin Raging Bull'u ve Ridley Scott'ın Blade Runner'ı gibi aksiyon yüklü filmlerle, Steven Spielberg'ün E.T. ve Poltergeist'ı dikkate alınması gereken filmlerden. Wim Wenders'ın 'Paris, Texas'ı ise 80'lerin saklı kalmış incilerinden. Ayrıca listeye giren ilk Türk filmi Yılmaz Güney'in Yol'u da bu on yıldan.
Blockbuster'ların en iyileri ise Nightmare on the Elm Street/ Elm Sokağı'nda Kabus ve favorim Ghostbusters/ Hayalet Avcıları.
If we must continue with the 80's, we find more blockbusters; Batman, Die Hard, Naked Gun, Back to the Future. We had some good films thoughİ David Lynch's Blue Velvet, Woody Allen's The Purple Rose of Cairo (my favorite from the 80's) and Almadovar's Women on the Verge of a Breakdown also appeared in this decade. The biggest hit of the era were When Harry Met Sally, Top Gun and Goodfellas.
80'lere devam ettiğimizde karşımıza yine Blockbuster'lardan Batman, Die Hard/Zor Ölüm, Naked Gun/Çıplak Silah ve Back to the Future/Geleceğe Dönüş geliyor. Bunların yanında David Lynch'in Blue Velvet/Mavi Kadife'si, Woody Allen'ın Purple Rose of Cairo/Kahire'nin Mor Gülü filmi (80'lerin favorisi) ve Almodovar'ın Women on the Verge of a Breakdown/Sinir Krizi Eşiğindeki Kadınlar'ı gibi daha ciddi filmler var. Dönemin en çok tutan filmleri ise, romantik komedi When Harry Met Sally/Harry Sally'le Tanışınca, Top Gun ve Goodfellas.
I find 90's to be such a better decade than the 80's. First, the cults Natural Born Killers and Tarantino's Pulp Fiction and Reservoir Dogs were born in this decade. With them, we have Dances With the Wolves, Pretty Woman, Thelma&Louise, Jurassic Park and Dracula. The most special films of the decades were Kieslowski's Trois Couleurs/Three Colors, Forrest Gump, Shawshank Redemption and Spielberg's Schindler's List.
90'lı yıllar sinema için 80'lerden çok daha keyifli yıllardı. Öncelikle kült filmlerden Natural Born Killers/Katil Doğanlar ve Tarantino'nun Pulp Fiction/Ucuz Roman ve Reservoir Dogs/Rezervuar Köpekleri hayatımıza bu on yılda girdi. Bunun yanında Dances With the Wolves/Kurtlarla Dans, Pretty Woman/Özel Bir Kadın, Thelma&Louise, Jurassic Park ve Dracula gibi unutulmaz filmler de bu on yıla ait. Bu dönemin en özel filmleri ise Kieslowski'nin Trois Couleurs/Üç Renk üçlemesi, Forrest Gump, Shawshank Redemption ve Spielberg'ün Schindler's List/Schindler'in Listesi.
The movie that puts his signature on this era was without a question Braveheart. And Trainspotting was the cult sensation of the decade. Other unforgettable films of the era were Underground with whom the world met Kusturica, The English Patient and Shine. The signature films of the era, which I'm sure we all love, were the dark action pictures Strange Days and Seven. Also the Scream franchise, whose 4th addition was recently on the theaters signifies the soul of the era.
Bu döneme damgasını vuran film kuşkusuz Türkiye'de yıllarca vizyonda kalan Braveheart/Cesur Yürek. Benim için en önemli film ise kült filmlerin kralı Trainspotting. Kusturica'yı dünyaya tanıtan Underground, The English Patient ve Shine yine unutulmaz filmlerden. Karanlık aksiyon filmlerinden Strange Days ve Seven yine hepimizin hatırladığı filmlerden ve benim için 90'lı yıllar filimin alamet-i farikası. Tabii geçen aylarda devamı vizyona giren Scream de dönemin en iyi gerilim filmlerinden.
I saved the best for last. The highlights of the decades were; Matrix, The Sixth Sense, Eyes Wide Shut, Fight Club and Pi. We must also remember the biggest hit on the box-office Titanic and Saving Private Ryan. The film that was talked more about its marketing strategy rather than the film itself The Blair Witch Project and Run Lola Run also must not be forgotten. Besides the epics Braveheart, The English Patient and Titanic, 90's were mostly about blockbuster comedies, dark and futuristic actions and again horror/suspense movies.
Bu son bölümdeki filmler kesinlikle 90'ların en iyileri. Matrix, The Sixth Sense/Altıncı His, Kubrick'in son filmi Eyes Wide Shut/Gözleri Tamamen Kapalı, Fight Club ve Pi dönemin unutulmaz kült filmlerinden. Bunun yanında 90'lar dünyanın en çok gişe yapan filmlerinden Titanic ve Saving Private Ryan'a da ev sahipliği yaptı. Kendinden çok reklam stratejisiyle film tarihine geçen The Blair Witch Project/Blair Cadısı ve Run Lola Run/Koş Lola Koş da dönemin unutulmaz filmleri arasında.
Braveheart, The English Patient ve Titanic gibi epik filmler dışında 90'lı yılların, gişe filmleri komediler, karanlık ve fütüristik aksiyonlar ve korku/gerilim filmleri.
To tell you the truth, I have a hard time spotting trends in the 21st century cinema. Fantastic book adaptations Lord of the Rings and Harry Potter, romantic comedies that grew like weeds, action, horror and art films... In short, the last decade of the cinema has everything we can think of.
My favorites from the first part are Le Fabouleux Destin D'Amélie Poulain, Requiem for a Dream, Amores Perros, Memento and Mulholland Dr. We also have the eternal hits of the box-office Moulin Rouge! and Gladiator.
Açıkçası 2000'li yıllarda herhangi bir trend bulmakta zorlanıyorum. Lord of the Rings ve Harry Potter gibi fantastik fimler, romantik komediler, macera ve korku filmleri ve sanat filmleri... Kısacası geçtiğimiz 10 yılda sinemaya dair her şey var.
İlk bölümden favorilerim Le Fabouleux Destin D'Amélie Poulain/Amélie, Requiem for a Dream, Amores Perros, Memento ve Mulholland Dr. Bunların yanında Moulin Rouge! ve Gladiator/Gladyatör dönemin unutulmaz gişe rekortmenleri.
My favorite in this section is without a doubt Goodbye Lenin. Alongside it, there are The Pianist, Chicago and Kill Bill. Also there were 2 Turkish films who made it to the list; Distant and Gegen die Wand/Head-On.
Bu bölümdeki favorim hiç tartışmasız Goodbye Lenin. Yine The Pianist, Chicago ve Kill Bill bu bölümün unutulmaz filmlerinden. Listeye giren 2 Türk filmi; Uzak ve Duvara Karşı da bu on yılda karşımıza çıkıyor.
Evet, üşenmedim oturup "Ölmeden önce izlenmesi gereken 1001 film"den kaç tanesini izlemişim hesapladım, malum hayat belli olmaz, yarın bile ölebiliriz, bu kadar iddialı bir soruya kayıtsız kalamayız değil mi? Bundan sonra 'Sinemalı Pazartesiler'de bir süre bu 1001 film içinden izlemediğim filmlere yer vereceğim. Ama önce neleri izlemişim onlara bakayım, ben hali hazırda bunların 254 tanesini izlemişim, bakalım yıl sonuna kadar bu sayıyı kaça çıkaracağım...
The decade when cinema is born. From this decade, I watched The Great Train Robbery and one of my favorite films of all times Un Voyage Dans la Lune/ A Trip to the Moon with its fantastic decors and extraordinary (!) special effects.
Sinemanın doğduğu yıl... Bu on yılda, The Great Train Robbery/ Büyük Tren Soygunu ve en sevdiğim filmlerden biri olan, aya seyahati fantastik dekorlar ve muhteşem (!) efektlerle veren film Un Voyage Dans la Lune/ Aya Seyahat var.
From the 1910-1920, we have Griffith's still discussed masterpieces The Birth of a Nation and Intolerance and the film of criminals known as "vampires" Les Vampires/Vampires in the list. This decade was the true birth of cinema, because the last decade was more on experimenting with the camera and finding new technology and this decade created a film language and produced films still enjoyable today.
1910-1920 yılları Griffith'in hala çok tartışılan şaheserleri The Birth of a Nation/Bir Ulusun Doğuşu ve Intolerance/Hoşgörüsüzlük ve vampirler olarak bilinen bir suç grubunun filmi Les Vampires/Vampirler var. Bu on yıla gerçek anlamda sinemanın doğuşu diyebiliriz, zira bir önceki on yıl, daha çok kamerayı ve yeni teknikleri keşfetmeye odaklanmışken, bu on yılda, sinema dilinin oluştuğunu ve bu gün bile izlenebilen filmlerin ortaya çıktığını görüyoruz.
This decade witnessed the birth of Soviet Cinema and the art-house of today and also started the Hitchcock era that will become a true sensation through the world. The first documentaries The Man With the Movie Camera and Nanook of the North, alongside with the stunning performance of Maria Falconetti in La Passion de Jeanne D'Arc/The Passion of Joan of Arc, Luis Bunuel's Un Chien Andalou/ An Andalusian Dog with the eye cutting scene that is identified with the cinema itself today are the highlights of the decade. Another dominant style of the era is the German Expressionism with Das Cabinet des Dr. Caligari/ The Cabinet of Dr. Caligari and the first vampire movie Nosferatu. Also, you can name Alfred Hitchcocks semi-talkie (the film has sound in only half of it, the other half is silent!) Blackmail.
Bu on yıl, bir yandan Sovyet sinemasının doğuşuna, ve bugünkü anlamıyla sanat sinemasının atalarına şahit olurken, diğer yandan da, sinema dünyasını kasıp kavuracak Hitchcock dönemini başlatıyor. Sinema dünyasının ilk belgeselleri Dziga Vertov'un Man with the Movie Camera/Film Kameralı Adam'ı ve Nanook of the North/Kuzeyli Nanook'un yanında, Maria Falconetti'nin müthiş oyunculuğuyla La Passion de Jeanne d'Arc/Jeanne d'Arc'ın Tutkusu, sinemayla özleşen göz kesme sahnesiyle Luis Bunuel'in Un Chien Andalou/ Bir Endülüs Köpeği var. Bu on yılda ortaya çıkan diğer bir tür ise, Alman Ekspresyonist Sineması'ndan Das Cabinet des Dr. Caligari/ Doktor Caligari'nin Muayenehanesi ve ilk vampir filmi Nosferatu var. Alfred Hitchcock'un filmi ise yarı sesli (gerçekten filmin bir kısmında ses var, kalanında yok!) Blackmail/Şantaj.
30's are very important for the history of cinema both because of the transition of talkies and the arrival of first color movies. The most important art movies of the decade are Luis Bunuel's Age D'Or/ The Golden Age, the most important film of French Impressionism Partie de Campagne/ A Day in the Country and the controversial Nazi propaganda film of Leni Riefenstahl Triumph des Willens/ Triumph of the Will. This decade is also important for the most genuis comedian Charlie Chaplins' movies City Lights and Modern Times, the creator of suspense genre, alongside with Hitchcock, Fritz Lang's M, one of the first Disney movies Snow White and most beloved classics The Wizard of Oz and Gone with the Wind.
1930'lar hem sesli sinemaya geçiş, hem de ilk renkli filmlerle, sinema tarihinin en yenilikçi on yılı. Bu on yılın en önemli sanat filmleri Luis Bunuel'in L'Age D'Or/ Altın Çağ'ı ve Fransız İmpresyonist akımının en önemli filmi Partie de Campagne/ Bir Kır Eğlencesi'nin yanı sıra, tartışmalar yaratan Leni Riefenstahl'ın Nazi propoganda belgeseli Triumph des Willens/İradenin Zaferi. Ayrıca bu on yılda gelmiş geçmiş en dahi komedyen Charlie Chaplin'in City Lights/Şehir Işıkları ve Modern Times/Modern Zamanları, Hitchcock'la beraber gerilim sinemasını yaratan Fritz Lang'ın M'i, ilk Disney filmlerinden Snow White/ Pamuk Prenses, ve on yılın en sevilen klasikleri The Wizard of Oz/ Oz Büyücüsü ile dünyanın en güzel aşk filmlerinden biri Gone with the Wind/Rüzgar Gibi Geçti ise, gerçekten ölmeden önce izlenmesi gereken filmler arasında.
Most important films of the 40's include Citizen Kane of the genius Orson Welles, Rossellini's Roma, Citta Aperta/ Rome, Open City and Kurosawa's Rashomon. The unforgettable classics of the era are Gilda, Casablanca, The Postman Always Rings Twice and It's a Wonderful Life. The darker side of cinema of the 40's are Hitchcock's Rebecca and the birth of film noir with Double Indemnity. Besides these classics, the films I watched this decade are; Beauty and the Beast, the sailor comedy with Gene Kelly and Frank Sinatra On the Town and Disney animations Fantasia, Pinocchio and Dumbo.
The importance of the 50's lies for me in French New Wave and the beginning of Godard's carrier. The film I saw this decade includes the New Wave films A Bout de Souffle, Alain Resnais dealing with Nazis Nuit and Bruillard and another face-off with the 2nd World War Hiroshima Mon Amour. The American cinema was thriving in this decades with big studio movies, like my favorites Gigi with the calm beauty of Leslie Caron, Barefoot Contessa, Roman Holiday and Singin' in the Rain, but also Sunset Boulevard, An American in Paris and Seven Brides for Seven Brothers. The films I watched continue with a Tati comedy Mon Oncle, the angry men of Britain 12 Angry Men, those of the two biggest stars of the era; Marilyn Monroe's Gentlemen Prefer Blondes, Some Like it Hot and the film that created James Dean's short but fabulous career Rebel Without a Cause, Kurosawa's Seven Samurai and Rear Window, The Man Who Knew Too Much, The Wrong Men of Hitchcock.
1950'lerin benim için en önemli yanı, Fransız Yeni Dalga'nın ve dolayısıyla Godard'ın ortaya çıkışı, bu yılda Yeni Dalga akımından A Bout de Souffle/Serseri Aşıklar, Alain Resnais'nin Nazilerle hesaplaşması Nuit et Brouillard/Gece ve Sis'i ve Hiroshima Mon Amour/ Hiroşima Sevgilim bu on yılın en önemli sanat filmleri. Benim en sevdiğim filmler arasında olan güzelim Leslie Caron'lı Gigi, Barefoot Contessa/ Çıplak Ayaklı Kontes, Roman Holiday/Roma Tatili ve Singin' in the Rain/Yağmur Altında'nın yanı sıra, dönemin keyifli stüdyo filmleri Sunset Boulevard/ Sunset Bulvarı, An American in Paris/ Paris'te Bir Amerikalı, Seven Brides for Seven Brothers/Yedi Kardeşe Yedi Gelin. Bunun yanında Tati komedisi Mon Oncle/Amcam ve İngiliz'in kızgın adamları 12 Angry Men/ 12 Kızgın Adam, dönemin iki starı Marilyn Monroe'dan Gentlemen Prefer Blondes/Erkekler Sarışınları Sever ve Some Like it Hot/Bazıları Sıcak Sever ve James Dean'li Rebel Without a Cause/Asi Gençlik, Kurosawa'nın Seven Samurai/Yedi Samuray'ı, ve Hitchcock'un Rear Window/Arka Pencere, The Man Who Knew Too Much/Çok Şey Bilen Adam ve The Wrong Man/Lekeli Adam'ı, dönemin izlenmesi gereken filmlerinden.
The 60's are the decade of the thrillers as much as the art films. While French New Wave continues with my favorites of Godard Vivre Sa Vie, Pierrot le Fou, Week-end and Truffaut's Jules et Jim, this decade has a high importance for Fellini with 8 1/2 and Guiletta degli Spiriti/Juliet of the Spirits. Also Antonioni's Blow-up, his long lost film The Passenger and Chris Marker's La Jetée are the other famous art films. But for me, the best films of this decade are, without any hesitation or doubt, Ingmar Bergman's Persona and Luis Bunuel's Belle Du Jour.
1960-1970'ler sanat filmleri kadar bilimkurgu filmlerinin de on yılıdır. Fransız Yeni Dalgası Godard'ın en sevdiğim filmleri Vivre Sa Vie/Hayatı Yaşamak, Pierrot le Fou/Çılgın Pierrot ve Week-end/Hafta Sonu ve Truffaut'nun Jules et Jim/Jules ve Jim'iyle devam ederken, bu on yıl Fellini için de çok üretken geçer; 8 1/2 ve Juliet of the Spirits. Aynı zamanda Antonioni'den Blow-up ve The Passenger ve Chris Marker'dan La Jetée de dönemin önemli sanat filmlerindendir, ama benim için bu yılın en önemli filmleri hiç tartışmasız Ingmar Bergman'ın Persona'sı ve Luis Bunuel'in Belle de Jour/Gündüz Güzeli'dir.
Other directors who put their stamps in this decade are Hitchcock with Psycho, The Birds and Marnie and Stanley Kubrick with the absurd politic satire of the nuclear era Dr. Strangelove or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb and 2001 A Space Odyssey. The intelligent sci-fi Planet of the Apes, classics of the era Breakfast at Tiffany's, Bonnie and Clyde, Goldfinger and Rosemary's Baby are the other films who made the list for the 60's.
Bu on yıla damgasını vuran diğer isimler ise Psycho/Sapık, The Birds/Kuşlar ve Marnie ile Alfred Hitchcock ve absürd politik hicvi Dr. Strangelove or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb/ Garip Doktor ve uzay macerası 2001 A Space Odyssey/ 2001 Uzay Yolu Macerası ile Stanley Kubrick'tir. Bunun yanısıra bilimkurgu olarak Planet of the Apes/ Maymunlar Cehennemi, dönemin unutulmaz klasikleri Breakfast at Tiffany's/Tiffany'de Kahvaltı, Bonnie and Clyde/Bonnie ve Clyde, Goldfinger/Altınparmak ve Rosemary's Baby/Rosemary'nin Bebeği dönemin diğer önemli filmleri.
The list grows bigger when we're closer to our times of course. I think the highlight of 70's-80's is the boom in horror and suspense films. The Exorcist, The Texas Chainsaw Massacre, Don't Look Now, Jaws, Carrie, The Hills Have Eyes, Halloween and Alien. Besides those, this was the decade when we met the sensational trilogies Star Wars and Godfather.
Günümüze yaklaştıkça izlediğim filmler artıyor tabii. 1970-1980'lerin en önemli özelliği korku ve gerilim filmleri patlaması olsa gerek. The Exorcist/Şeytan, The Texas Chainsaw Massacre/Teksas Katliamı, Don't Look Now/Büyü, Jaws, Carrie, The Hills Have Eyes/Tepenin Gözleri, Halloween/Yabancı ve Alien/Yaratık. Bunun yanında on yıla damgasını vuran Star Wars/Yıldız Savaşları ve Godfather/Baba serisiyle de bu on yılda tanıştık.
The masterpieces of the art scene in this decade are Truffaut's La Nuit Américaine, Passolini's Salo o le 120 Giornate di Sodoma/ Salo or the 120 Days of Sodom and Fellini's Amarcord. For me, the most important film of this decade is Maysles Brothers Rolling Stones documentary Gimme Shelter. We must also name Polanski's Chinatown, Kubrick's Barry Lyndon and Clockwork Orange, Scorcese's Taxi Driver and One Flew Over the Cuckoo's Nest and Monty Python as the other important movies of the era.
Sanat filmlerine gelirsek, Truffaut'dan La Nuit Américaine/Amerikan Gecesi, Passolini'nin Salo o le 120 Giornate di Sodoma/ Salo ya da Sodom'un 120 Günü ve Fellini'nin Amarcord'u. Benim için bu on yılın en önemli filmlerinden biri ise Maysles Kardeşler'in Rolling Stones belgeseli Gimme Shelter'dır. Polanski'nin Chinatown/Çin Mahallesi, One Flew Over the Cuckoo's Nest/Guguk Kuşu, Monty Python, Kubrick'in Barry Lyndon'ı ile Clockwork Orange/Otomatik Portakal'ı ve Scorcese'nin Taxi Driver/Taksi Şoförü dönemin diğer önemli filmlerindendir.
Again, we met with the sci-fi Close Encounters of the Third Kind, Rocky, Woody Allen's Annie Hall and David Lynch's Eraserhead in this decase. The decade also witness some fun musicals; Grease and Cabaret.
Yine bilimkurgu filmlerinden Close Encounters of the Third Kind/ Tehlikeli İlişkiler, Rocky, Woody Allen'ın Annie Hall'ı ve David Lynch'in Eraserhead'i de bu on yılda görme zevkine kavuştuk. Grease ve Cabaret/Kabare de dönemin eğlenceli müzikallerinden.
To tell you the truth, 80's are not my favorite decade, neither it was the cinema's favorite. In the 80's blockbusters invaded the market. Nevertheless, we must name a couple of action-filled flics Scorcese's Raging Bull and Ridley Scott's Blade Runner and Spielberg's E.T. and Poltergeist. Paris, Texas by Wim Wenders is the hidden gem of the 80's. Plus, the first Turkish film enters the list; Yılmaz Güney's The Road. Best of the blockbusters are as follows; Nightmare on the Elm Street and my favorite Ghostbusters.
Doğrusunu söylemek gerekirse 80'li yıllar çok sevdiğim yıllardan değil. 80'lerde daha çok Blockbuster'ların saldırısı altına girmiş bulunuyoruz. Bunun yanında Scorcese'nin Raging Bull'u ve Ridley Scott'ın Blade Runner'ı gibi aksiyon yüklü filmlerle, Steven Spielberg'ün E.T. ve Poltergeist'ı dikkate alınması gereken filmlerden. Wim Wenders'ın 'Paris, Texas'ı ise 80'lerin saklı kalmış incilerinden. Ayrıca listeye giren ilk Türk filmi Yılmaz Güney'in Yol'u da bu on yıldan.
Blockbuster'ların en iyileri ise Nightmare on the Elm Street/ Elm Sokağı'nda Kabus ve favorim Ghostbusters/ Hayalet Avcıları.
If we must continue with the 80's, we find more blockbusters; Batman, Die Hard, Naked Gun, Back to the Future. We had some good films thoughİ David Lynch's Blue Velvet, Woody Allen's The Purple Rose of Cairo (my favorite from the 80's) and Almadovar's Women on the Verge of a Breakdown also appeared in this decade. The biggest hit of the era were When Harry Met Sally, Top Gun and Goodfellas.
80'lere devam ettiğimizde karşımıza yine Blockbuster'lardan Batman, Die Hard/Zor Ölüm, Naked Gun/Çıplak Silah ve Back to the Future/Geleceğe Dönüş geliyor. Bunların yanında David Lynch'in Blue Velvet/Mavi Kadife'si, Woody Allen'ın Purple Rose of Cairo/Kahire'nin Mor Gülü filmi (80'lerin favorisi) ve Almodovar'ın Women on the Verge of a Breakdown/Sinir Krizi Eşiğindeki Kadınlar'ı gibi daha ciddi filmler var. Dönemin en çok tutan filmleri ise, romantik komedi When Harry Met Sally/Harry Sally'le Tanışınca, Top Gun ve Goodfellas.
I find 90's to be such a better decade than the 80's. First, the cults Natural Born Killers and Tarantino's Pulp Fiction and Reservoir Dogs were born in this decade. With them, we have Dances With the Wolves, Pretty Woman, Thelma&Louise, Jurassic Park and Dracula. The most special films of the decades were Kieslowski's Trois Couleurs/Three Colors, Forrest Gump, Shawshank Redemption and Spielberg's Schindler's List.
90'lı yıllar sinema için 80'lerden çok daha keyifli yıllardı. Öncelikle kült filmlerden Natural Born Killers/Katil Doğanlar ve Tarantino'nun Pulp Fiction/Ucuz Roman ve Reservoir Dogs/Rezervuar Köpekleri hayatımıza bu on yılda girdi. Bunun yanında Dances With the Wolves/Kurtlarla Dans, Pretty Woman/Özel Bir Kadın, Thelma&Louise, Jurassic Park ve Dracula gibi unutulmaz filmler de bu on yıla ait. Bu dönemin en özel filmleri ise Kieslowski'nin Trois Couleurs/Üç Renk üçlemesi, Forrest Gump, Shawshank Redemption ve Spielberg'ün Schindler's List/Schindler'in Listesi.
The movie that puts his signature on this era was without a question Braveheart. And Trainspotting was the cult sensation of the decade. Other unforgettable films of the era were Underground with whom the world met Kusturica, The English Patient and Shine. The signature films of the era, which I'm sure we all love, were the dark action pictures Strange Days and Seven. Also the Scream franchise, whose 4th addition was recently on the theaters signifies the soul of the era.
Bu döneme damgasını vuran film kuşkusuz Türkiye'de yıllarca vizyonda kalan Braveheart/Cesur Yürek. Benim için en önemli film ise kült filmlerin kralı Trainspotting. Kusturica'yı dünyaya tanıtan Underground, The English Patient ve Shine yine unutulmaz filmlerden. Karanlık aksiyon filmlerinden Strange Days ve Seven yine hepimizin hatırladığı filmlerden ve benim için 90'lı yıllar filimin alamet-i farikası. Tabii geçen aylarda devamı vizyona giren Scream de dönemin en iyi gerilim filmlerinden.
I saved the best for last. The highlights of the decades were; Matrix, The Sixth Sense, Eyes Wide Shut, Fight Club and Pi. We must also remember the biggest hit on the box-office Titanic and Saving Private Ryan. The film that was talked more about its marketing strategy rather than the film itself The Blair Witch Project and Run Lola Run also must not be forgotten. Besides the epics Braveheart, The English Patient and Titanic, 90's were mostly about blockbuster comedies, dark and futuristic actions and again horror/suspense movies.
Bu son bölümdeki filmler kesinlikle 90'ların en iyileri. Matrix, The Sixth Sense/Altıncı His, Kubrick'in son filmi Eyes Wide Shut/Gözleri Tamamen Kapalı, Fight Club ve Pi dönemin unutulmaz kült filmlerinden. Bunun yanında 90'lar dünyanın en çok gişe yapan filmlerinden Titanic ve Saving Private Ryan'a da ev sahipliği yaptı. Kendinden çok reklam stratejisiyle film tarihine geçen The Blair Witch Project/Blair Cadısı ve Run Lola Run/Koş Lola Koş da dönemin unutulmaz filmleri arasında.
Braveheart, The English Patient ve Titanic gibi epik filmler dışında 90'lı yılların, gişe filmleri komediler, karanlık ve fütüristik aksiyonlar ve korku/gerilim filmleri.
To tell you the truth, I have a hard time spotting trends in the 21st century cinema. Fantastic book adaptations Lord of the Rings and Harry Potter, romantic comedies that grew like weeds, action, horror and art films... In short, the last decade of the cinema has everything we can think of.
My favorites from the first part are Le Fabouleux Destin D'Amélie Poulain, Requiem for a Dream, Amores Perros, Memento and Mulholland Dr. We also have the eternal hits of the box-office Moulin Rouge! and Gladiator.
Açıkçası 2000'li yıllarda herhangi bir trend bulmakta zorlanıyorum. Lord of the Rings ve Harry Potter gibi fantastik fimler, romantik komediler, macera ve korku filmleri ve sanat filmleri... Kısacası geçtiğimiz 10 yılda sinemaya dair her şey var.
İlk bölümden favorilerim Le Fabouleux Destin D'Amélie Poulain/Amélie, Requiem for a Dream, Amores Perros, Memento ve Mulholland Dr. Bunların yanında Moulin Rouge! ve Gladiator/Gladyatör dönemin unutulmaz gişe rekortmenleri.
My favorite in this section is without a doubt Goodbye Lenin. Alongside it, there are The Pianist, Chicago and Kill Bill. Also there were 2 Turkish films who made it to the list; Distant and Gegen die Wand/Head-On.
Bu bölümdeki favorim hiç tartışmasız Goodbye Lenin. Yine The Pianist, Chicago ve Kill Bill bu bölümün unutulmaz filmlerinden. Listeye giren 2 Türk filmi; Uzak ve Duvara Karşı da bu on yılda karşımıza çıkıyor.
In this last section, my favorites are Lieben der Anderen/The Life of Others and Slumdog Millionaire. Also the not-so-known futuristic distopia flic Children of Men must definitely be on your watch list.
Son bölümde benim favorilerim Oscar ödüllü The Life of Others/Başkalarının Hayatları ve Slumdog Millinaire. Çok tanınmayan fütüristik distopya filmi Children of Men de izlenmesi gereken bir film.
Finally, the end of this long long list. I intent to watch more films from '1001 Movies' and post them here. We'll see how much more I will see by the end of this year.
İşte listesin sonuna da geldik. Bundan sonra niyetim bir süre bu 1001 filmden izleyip listeyi çoğaltmak. Bu yıl sonuna kadar sayının ne kadar arttığını ise hep beraber göreceğiz.
Tuesday, August 30, 2011
Kutu Kadar Bir Evcik
Bu küçük kentin içindeki kutu kadar evcikte yıllar geçirdik seninle. Bu güneşli pencerenin çiçeklerinin ardından sokağı seyreder gibi yaptık, ama hep birbirimizi seyrettik seninle. Bakışlarımı yakalarsan yüzünü çevirirdin oyun bozulmasın diye. Kahveni yudumlardım ya da gazeteye bakardın, kediyi severdin bazen de. Ama aslında bana bakardın hep gizlice.
Ben de sana baktım tüm ömrümce, yüzüne, gözünün bebeğine, kirpiklerinin gölgesine. Kahve içmeni izlemek en güzel filmden de özeldi, kediyi okşayışın en ünlü tablolardan bile değerli...
Küçücüktü, kutu kadardı evciğimiz; bir masa, bir yatak yerde, bir koltuk bir de radyo... Bir de çiçekler pencerelerinde, pembe mor, salkım şakayık... Onların ardından kente bakardık, ama aslında birbirimize baktık hep yıllarca.
Birlikte uzandığımızda yatağa, dünya dönmeyi bırakmış gibi gelirdi, zaman durmuş, sesler susmuş. Sana dokununca uyur gibi yapardım ama hep bana bakardın gizlice.
Gün geldi, mevsimler geçti, karlar yağdı küçücük evciğimizin camlarına. Dışarıya hasret kediler gibi baktık seninle pencerelerden. Dışarıya, o küçük kente. Daha büyük kentler düştü aklımıza, daha büyük hayatlar. Sana baktığımda çevirdin bakışlarını yine, oysa senin de aklına düşmüştü büyük kentler, başka yaşamlar.
Küçücük evimizin duvarları maviydi, büyük kentlerin denizlerinin mavisi. O yatak, koltuk, masa bir de radyo kondular küçük kutulara, penceredeki çiçekler soldu. Biz kalbimizde büyük hayatlar, büyük kentlere gittik. Oysa biz en çok o küçük kentin içindeki kutu kadar evcikte mutluyduk sevgilim, çiçeklerin ardından bakarken birbirimize.
Sıkıldık büyük kentlerden, büyük hayatlar yordu bizi. Bir gün kar yağarken büyük kentin canlarına, toplandı eşyalar yine, tüm bir ömür kondu bir kaç küçük kutuya. Her şey o kutu kadar eve başlamıştı çünkü biliyorduk. Şimdi yıllar sonra penceredeki çiçeklerin ardından bakarken yine gizlice, ben gözbebeklerinde tüm ömrümü seyrettim gizlice. Seninle başlayan, seninle bitecek bir ömür.
Friday, August 26, 2011
The Books I Read List 2011-Okuduğum Kitaplar Listesi 2011
I didn't do the 'Books I Read List' this year and half of the year is passed! This year wasn't a great year of reading for me so far, besides some exceptions. Let's see what I read so far:
Yılın başından beri bu listeyi yapmadım, artık zamanı geldi de geçti bile. Bu yıl bir kaç iyi kitap okusam da, nedense kitaplardan yana yüzüm çok da gülmedi henüz. Bakalım bugüne kadar neler okunmuş:
January/Ocak
Justine/Marquis de Sade: For some time, my step mom was talking and talking about this book, so I thought of recommending it for my book club. When I read it, I realized that she wasn't talking about the book, but the movie 'Quills' -which was a great movie by the way-. The book isn't great itself, with our naive, stupid heroine Justine and her adventures of continuous rape and misfortune. It may have been a controversial book at its time, but today it doesn't matter all that much. I strongly recommend you to read 'The 120 Days of Sodom' from Sade instead.
Bu kitabı uzun süredir babamın eşi (step-mom) anlata anlata bitiremiyordu. Ben de ona kanıp bir de kitabı kitap kulübünde okuttum. Okuyunca ortaya çıktı ki aslında onun anlattığı bu kitap değişmiş, 'Quills' filmiymiş. Film güzeldi vesselam, kitaba gelince Justine adlı saf hatta su katılmamış salak kızımızın tecavüzden tecavüze koşan hayat hikayesi, o dönemde şok edici olabilir ama, bugün için kitabın pek bir değeri kalmadığını söyleyebilirim. 'Sodom'un 120 Günü' tercih edilmeli.
Anna Karenina/ Tolstoy: You can read my review about Anna Karenina in here. It was a reading of my book club and the rare books that didn't disappoint me this year...
Anna Karenina yazımı buradan okuyabilirsiniz. Yine kitap kulübüyle okuduğum bu kitap yılın nadir hayal kırıklığına uğratmayan kitaplarından.
February/Şubat:
The Gun Seller/Hugh Laurie: You must know by now that I'm deeply madly in love with Hugh Laurie (a.k.a. House MD). So when I saw this book, I needed to immediately order it from Ebay. Now, I cannot say anything negative about his acting or his music, but the book was too much Brit humor, too masculine a little bit geeky for my taste.
Hugh Laurie'ye (a.k.a. House MD) olan aşkımı bilen bilir. O yüzden bu kitabı görünce, bir de İngilizce okuyacağım diye tutturup E-Bay'den asıl dilinde aldım. Laurie'nin oyunculuğu ve müzisyenliğine zerre laf edemem, ama bu kitap beni hiç açmadı. Fazla İngiliz mizahı, fazla maskülen, biraz da şapşal bir kitap izlenimi bıraktı bende.
March/Mart
Sunset Park/Paul Auster: Another disappointing book and another reading for the book club. In fact, since I don't expect much from Auster anymore, saying it was disappointing wouldn't be so true, but it was sad to see a book that starts so promisingly to turn into a cold distanced tale about a family drama and meaningless teenage angst. Another manufacture from the Auster factory which you can totally miss.
İşte hayal kırıklığına uğratan bir kitap daha. Gerçi Auster'den artık çok şey beklemediğim için hayal kırıklığı demek pek doğru olmaz ama, güzel başlayan bir kitap nasıl bu kadar karıştırılıp sıradanlaştırılır aklım almadı. Aile dramasına karışan ergen bunalımları, nedensiz çılgınlıklar yapan ergen karakterler ve öykünün içine sokmayan bir anlatımla, Auster fabrikasının bu son hadisesi okunmasa da olurmuş.
Bir Gün Tek Başına/Vedat Türkali: İşte bu yılın nadir iyi kitaplarından biri! Kitap kulübünün yılbaşı hediye çekilişinde uyumsuz tarafından şahsıma hediye edilen bu kitapla ilgili söylenecek o kadar çok şey var ki. Bir nesili yok eden siyasi olaylarla hesaplaşma ve insana dair içinde çok önemli şeyler barındıran, bunları ise gündelik bir dille, sıkmadan ve okuyucunun gözüne sokmadan vermeyi başarabilen çok özel bir kitap 'Bir Gün Tek Başına'. 'Tutunamayanlar'la birlikte baştacı edilmesi gereken kitaplardan biri.
April/Nisan
Kürk Mantolu Madonna/Sabahattin Ali: Yine bu yıl yüzümü güldüren ve okumak için oldukça geç kaldığım bir kitap. Sabahattin Ali'nin akıcı güzel Türkçe'siyle, İstanbul'dan Almanya'ya uzanan ölümsüz bir aşk hikayesi. Ama her şeyden önce Türk Edebiyatı'nın en önemli eserlerinden biri.
To The Lighthouse/Deniz Feneri- Virginia Woolf: I read this book for the book club again and no one except me liked the book (which I loved). You can read my review in here.
Kitap kulübünde okuduğumuz ve benim dışında herkesin nefret ettiği güzide Woolf klasiği. Yazıma buradan ulaşabilirsiniz
May/Mayıs
Şairin Romanı/Murathan Mungan: Bu kitapla ilgili söyleyebileceğim tek bir şey var: okumayın! Niye derseniz, şuradan yazıma göz atabilirsiniz. Ömür törpüsü bu kitap da yine kitap kulübü okumalarından.
June/Haziran
The Dispossessed/ Mülksüzler- Ursula Le Guin: I re-read this utopia novel from Le Guinn this time in English. One of the best utopias created in the literature history!
Çok sevdiğim bu Ursula Le Guin ütopya/distopyasını bu kez de İngilizce aslından okudum. Edebiyatın en iyi ütopya kitaplarından biri.
The Wall/Duvar-Jean-Paul Sartre: The book is a selection of 5 stories by Sartre and the book, especially the story 'The Wall' is considered to be one of the best existentialist literary piece of all times. This is a fair consideration, alongside with the powerful story of the last night of 3 prisoners condemned to death 'The Wall', my favorite story of the book 'Intimacy' which studies the womanhood and sexuality, the turmoil of a man's soul who wants to become a mass-murderer 'Herostratus', 'The Room' which is a story about madness and the development of a 4 year old rich boy into manhood 'The Childhood of a Leader' creates the book.
5 varoluşçu hikayenin toplandığı bu kitap, özellikle de 'Duvar' hikayesi Sartre'ın en başarılı eserlerinden sayılıyor. Böyle sayanlar çok da haklılar, İspanya iç savaşı zamanında kurşuna dizilmeyi bekleyen 3 mahkumun son gecesini betimleyen çok güçlü bir hikaye olan 'Duvar'ın yanında, benim favorim kadın olma ve cinsellik üzerine 'Özel Yaşam', kafasına seri katil olmayı takmış bir adamın gelgitlerinden oluşan 'Herostratos', delilik üstüne 'Oda' ve 4 yaşından yetişkinliğe kadar bir çocuğun gelişim hikayesi 'Bir Yöneticinin Çocukluğu' kitabın 5 öyküsünü oluşturuyor.
July/Temmuz
Snuff/Ölüm Pornosu-Chuck Palahniuk: This was also a reading for my book club. You can read my review in here.
Yine kitap kulübünün okuması olan ve ülkemizde malum tartışmalarla gündeme oturmuş bu kitapla ilgili yazımı şuradan okuyabilirsiniz.
Miramar-Necib Mahfuz: I'm writing the review of this marvelous modern Egyptian tale that I read for the book club as soon as possible...
Yine kitap kulübünün okuması olan bu şahane kitapla ilgili yazımı daha yazamadım. Ama yakında bu modern Mısır masalını blogda okuyabilirsiniz.
My Sister, My Love. The Intimate Story of Skyler Rampike-Joyce Carol Oates:
I liked Oates' 'Haunted: The Tales of the Grotesque' a lot, so I immediately bought this book when I saw it. The book is a fictionalized account of the beauty pageant queen JonBenét Ramsey's murder, through the eyes of her older brother. While looking for clues of a never-solved murder, it criticizes the American family and society. It's an interesting books in some aspects, but not an entertaining read. Like most critics say, while some of the Oates' books are marvelous, others fail to deliver.
Oates'un 'Lanetliler'ini çok sevdiğim için bu kitabı görünce hemen aldım, ancak maalesef bu da hayal kırıklığına uğratan kitaplar arasına girdi. 15 yıl kadar önce Amerika'da bir çocuk güzellik kraliçesi olan JonBenét Ramsey'in ölümünün üzerine yazılmış bu kurgusal kitap, olayları kraliçenin kardeşi Skyler gözünden anlatıyor. Bir yandan hiç çözülememiş bu cinayete dair ipuçları ararken, diğer yandan da Amerika aile-toplum sistemine karşı giydirmelerde bulunuyor. Bazı yönleriyle ilginç bir kitap sayılsa da, okunması keyifli bir kitap olamıyor. Eleştirmenlerin dediği gibi Oates'un bazı kitapları çok iyiyken, diğerleri hayal kırıklığına uğratıyor demek ki.
Cumhuriyet'in Divası: Müzeyyen Senar- Radi Dikici: Canım divam Müzo'mun hayatı, kendi ağzından Radi Dikici aracılığıyla anlatılıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi çok renkli, biraz dertli ama çok keyifli bir hayat hikayesi. Ayrıca bu kitapla Cumhuriyet dönemi Türk Sanat Müziği'nin tarihini öğreniyor, yanında verilen CD'yle de Müzeyyen Senar'ın billur gibi sesinden iyi seçilmiş parçalar dinleyebiliyorsunuz. Bir de kitabı okursanız Zeki Müren'in ne pis, ne adi bir adam olduğunu görüyorsunuz ki (aslında Müzeyyen Senar onu hep korumaya çalışsa da), müzik güneşimiz hakkındaki bu bilgiler ışığında şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Zeki Müren Türk Sanat Müziği'ni yaşatan değil toprağa gömen kişi olmuş gerçekten de. Kitabın tek değiştirmek istediğim yanı Radi Dikici'nin anlatımı, Senar'ın kendi ağzından verilen kısımlar çok keyifliyken, Dikici'nin biraz didaktik, biraz da yalaka yazımı kitaba yakışmamış.
August/Ağustos
Before You Sleep/Sen Uyumadan Önce- Linn Ullmann: The novel of the daughter of Liv Ullmann and Ingmar Bergman was my recommendation for my book club this month. I will write about it as soon as possible, but I can easily say that this was a book that everyone in the club enjoyed. (Which is a rare thing, let me tell you)
Liv Ullmann'la Ingmar Bergman'ın kızları Linn Ullmann'ın bu kitabı benim kitap kulübü için önerimdi. Yazı yakın zamanda burada olacak ama şunu söyleyebilirim ki, tüm kulübün severek okuduğu, keyifli ve iyi yazılmış bir kitap.
Her Temas İz Bırakır-Emrah Serbes: Benim gibi Behzat Ç. fanatiği bir insan için yine geç kalınmış bir kitap. Yalnız şunu söylemeliyim ki, herkes kitabı daha iyi dese de, ben diziyi daha çok sevdiğimi fark ettim. Bunun ne kadarı Erdal Beşikçioğlu'nun oyunculuğu ve karizmasından, ne kadarıysa "la" yerine çok kabaca "lan" denmesinden kaynaklanıyor bilemiyorum.
Ölümsüz/Sadık Yemni: Pisi'ciğimin güle güle kitaplarından Ölümsüz'ü okumaya yeni başladım. O yüzden yorumu sonraya saklıyorum. Şimdilik ilginç diyebilirim.
Yılın başından beri bu listeyi yapmadım, artık zamanı geldi de geçti bile. Bu yıl bir kaç iyi kitap okusam da, nedense kitaplardan yana yüzüm çok da gülmedi henüz. Bakalım bugüne kadar neler okunmuş:
January/Ocak
Justine/Marquis de Sade: For some time, my step mom was talking and talking about this book, so I thought of recommending it for my book club. When I read it, I realized that she wasn't talking about the book, but the movie 'Quills' -which was a great movie by the way-. The book isn't great itself, with our naive, stupid heroine Justine and her adventures of continuous rape and misfortune. It may have been a controversial book at its time, but today it doesn't matter all that much. I strongly recommend you to read 'The 120 Days of Sodom' from Sade instead.
Bu kitabı uzun süredir babamın eşi (step-mom) anlata anlata bitiremiyordu. Ben de ona kanıp bir de kitabı kitap kulübünde okuttum. Okuyunca ortaya çıktı ki aslında onun anlattığı bu kitap değişmiş, 'Quills' filmiymiş. Film güzeldi vesselam, kitaba gelince Justine adlı saf hatta su katılmamış salak kızımızın tecavüzden tecavüze koşan hayat hikayesi, o dönemde şok edici olabilir ama, bugün için kitabın pek bir değeri kalmadığını söyleyebilirim. 'Sodom'un 120 Günü' tercih edilmeli.
Anna Karenina/ Tolstoy: You can read my review about Anna Karenina in here. It was a reading of my book club and the rare books that didn't disappoint me this year...
Anna Karenina yazımı buradan okuyabilirsiniz. Yine kitap kulübüyle okuduğum bu kitap yılın nadir hayal kırıklığına uğratmayan kitaplarından.
February/Şubat:
The Gun Seller/Hugh Laurie: You must know by now that I'm deeply madly in love with Hugh Laurie (a.k.a. House MD). So when I saw this book, I needed to immediately order it from Ebay. Now, I cannot say anything negative about his acting or his music, but the book was too much Brit humor, too masculine a little bit geeky for my taste.
Hugh Laurie'ye (a.k.a. House MD) olan aşkımı bilen bilir. O yüzden bu kitabı görünce, bir de İngilizce okuyacağım diye tutturup E-Bay'den asıl dilinde aldım. Laurie'nin oyunculuğu ve müzisyenliğine zerre laf edemem, ama bu kitap beni hiç açmadı. Fazla İngiliz mizahı, fazla maskülen, biraz da şapşal bir kitap izlenimi bıraktı bende.
March/Mart
Sunset Park/Paul Auster: Another disappointing book and another reading for the book club. In fact, since I don't expect much from Auster anymore, saying it was disappointing wouldn't be so true, but it was sad to see a book that starts so promisingly to turn into a cold distanced tale about a family drama and meaningless teenage angst. Another manufacture from the Auster factory which you can totally miss.
İşte hayal kırıklığına uğratan bir kitap daha. Gerçi Auster'den artık çok şey beklemediğim için hayal kırıklığı demek pek doğru olmaz ama, güzel başlayan bir kitap nasıl bu kadar karıştırılıp sıradanlaştırılır aklım almadı. Aile dramasına karışan ergen bunalımları, nedensiz çılgınlıklar yapan ergen karakterler ve öykünün içine sokmayan bir anlatımla, Auster fabrikasının bu son hadisesi okunmasa da olurmuş.
Bir Gün Tek Başına/Vedat Türkali: İşte bu yılın nadir iyi kitaplarından biri! Kitap kulübünün yılbaşı hediye çekilişinde uyumsuz tarafından şahsıma hediye edilen bu kitapla ilgili söylenecek o kadar çok şey var ki. Bir nesili yok eden siyasi olaylarla hesaplaşma ve insana dair içinde çok önemli şeyler barındıran, bunları ise gündelik bir dille, sıkmadan ve okuyucunun gözüne sokmadan vermeyi başarabilen çok özel bir kitap 'Bir Gün Tek Başına'. 'Tutunamayanlar'la birlikte baştacı edilmesi gereken kitaplardan biri.
April/Nisan
Kürk Mantolu Madonna/Sabahattin Ali: Yine bu yıl yüzümü güldüren ve okumak için oldukça geç kaldığım bir kitap. Sabahattin Ali'nin akıcı güzel Türkçe'siyle, İstanbul'dan Almanya'ya uzanan ölümsüz bir aşk hikayesi. Ama her şeyden önce Türk Edebiyatı'nın en önemli eserlerinden biri.
To The Lighthouse/Deniz Feneri- Virginia Woolf: I read this book for the book club again and no one except me liked the book (which I loved). You can read my review in here.
Kitap kulübünde okuduğumuz ve benim dışında herkesin nefret ettiği güzide Woolf klasiği. Yazıma buradan ulaşabilirsiniz
May/Mayıs
Şairin Romanı/Murathan Mungan: Bu kitapla ilgili söyleyebileceğim tek bir şey var: okumayın! Niye derseniz, şuradan yazıma göz atabilirsiniz. Ömür törpüsü bu kitap da yine kitap kulübü okumalarından.
June/Haziran
The Dispossessed/ Mülksüzler- Ursula Le Guin: I re-read this utopia novel from Le Guinn this time in English. One of the best utopias created in the literature history!
Çok sevdiğim bu Ursula Le Guin ütopya/distopyasını bu kez de İngilizce aslından okudum. Edebiyatın en iyi ütopya kitaplarından biri.
The Wall/Duvar-Jean-Paul Sartre: The book is a selection of 5 stories by Sartre and the book, especially the story 'The Wall' is considered to be one of the best existentialist literary piece of all times. This is a fair consideration, alongside with the powerful story of the last night of 3 prisoners condemned to death 'The Wall', my favorite story of the book 'Intimacy' which studies the womanhood and sexuality, the turmoil of a man's soul who wants to become a mass-murderer 'Herostratus', 'The Room' which is a story about madness and the development of a 4 year old rich boy into manhood 'The Childhood of a Leader' creates the book.
5 varoluşçu hikayenin toplandığı bu kitap, özellikle de 'Duvar' hikayesi Sartre'ın en başarılı eserlerinden sayılıyor. Böyle sayanlar çok da haklılar, İspanya iç savaşı zamanında kurşuna dizilmeyi bekleyen 3 mahkumun son gecesini betimleyen çok güçlü bir hikaye olan 'Duvar'ın yanında, benim favorim kadın olma ve cinsellik üzerine 'Özel Yaşam', kafasına seri katil olmayı takmış bir adamın gelgitlerinden oluşan 'Herostratos', delilik üstüne 'Oda' ve 4 yaşından yetişkinliğe kadar bir çocuğun gelişim hikayesi 'Bir Yöneticinin Çocukluğu' kitabın 5 öyküsünü oluşturuyor.
July/Temmuz
Snuff/Ölüm Pornosu-Chuck Palahniuk: This was also a reading for my book club. You can read my review in here.
Yine kitap kulübünün okuması olan ve ülkemizde malum tartışmalarla gündeme oturmuş bu kitapla ilgili yazımı şuradan okuyabilirsiniz.
Miramar-Necib Mahfuz: I'm writing the review of this marvelous modern Egyptian tale that I read for the book club as soon as possible...
Yine kitap kulübünün okuması olan bu şahane kitapla ilgili yazımı daha yazamadım. Ama yakında bu modern Mısır masalını blogda okuyabilirsiniz.
My Sister, My Love. The Intimate Story of Skyler Rampike-Joyce Carol Oates:
I liked Oates' 'Haunted: The Tales of the Grotesque' a lot, so I immediately bought this book when I saw it. The book is a fictionalized account of the beauty pageant queen JonBenét Ramsey's murder, through the eyes of her older brother. While looking for clues of a never-solved murder, it criticizes the American family and society. It's an interesting books in some aspects, but not an entertaining read. Like most critics say, while some of the Oates' books are marvelous, others fail to deliver.
Oates'un 'Lanetliler'ini çok sevdiğim için bu kitabı görünce hemen aldım, ancak maalesef bu da hayal kırıklığına uğratan kitaplar arasına girdi. 15 yıl kadar önce Amerika'da bir çocuk güzellik kraliçesi olan JonBenét Ramsey'in ölümünün üzerine yazılmış bu kurgusal kitap, olayları kraliçenin kardeşi Skyler gözünden anlatıyor. Bir yandan hiç çözülememiş bu cinayete dair ipuçları ararken, diğer yandan da Amerika aile-toplum sistemine karşı giydirmelerde bulunuyor. Bazı yönleriyle ilginç bir kitap sayılsa da, okunması keyifli bir kitap olamıyor. Eleştirmenlerin dediği gibi Oates'un bazı kitapları çok iyiyken, diğerleri hayal kırıklığına uğratıyor demek ki.
Cumhuriyet'in Divası: Müzeyyen Senar- Radi Dikici: Canım divam Müzo'mun hayatı, kendi ağzından Radi Dikici aracılığıyla anlatılıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi çok renkli, biraz dertli ama çok keyifli bir hayat hikayesi. Ayrıca bu kitapla Cumhuriyet dönemi Türk Sanat Müziği'nin tarihini öğreniyor, yanında verilen CD'yle de Müzeyyen Senar'ın billur gibi sesinden iyi seçilmiş parçalar dinleyebiliyorsunuz. Bir de kitabı okursanız Zeki Müren'in ne pis, ne adi bir adam olduğunu görüyorsunuz ki (aslında Müzeyyen Senar onu hep korumaya çalışsa da), müzik güneşimiz hakkındaki bu bilgiler ışığında şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Zeki Müren Türk Sanat Müziği'ni yaşatan değil toprağa gömen kişi olmuş gerçekten de. Kitabın tek değiştirmek istediğim yanı Radi Dikici'nin anlatımı, Senar'ın kendi ağzından verilen kısımlar çok keyifliyken, Dikici'nin biraz didaktik, biraz da yalaka yazımı kitaba yakışmamış.
August/Ağustos
Before You Sleep/Sen Uyumadan Önce- Linn Ullmann: The novel of the daughter of Liv Ullmann and Ingmar Bergman was my recommendation for my book club this month. I will write about it as soon as possible, but I can easily say that this was a book that everyone in the club enjoyed. (Which is a rare thing, let me tell you)
Liv Ullmann'la Ingmar Bergman'ın kızları Linn Ullmann'ın bu kitabı benim kitap kulübü için önerimdi. Yazı yakın zamanda burada olacak ama şunu söyleyebilirim ki, tüm kulübün severek okuduğu, keyifli ve iyi yazılmış bir kitap.
Her Temas İz Bırakır-Emrah Serbes: Benim gibi Behzat Ç. fanatiği bir insan için yine geç kalınmış bir kitap. Yalnız şunu söylemeliyim ki, herkes kitabı daha iyi dese de, ben diziyi daha çok sevdiğimi fark ettim. Bunun ne kadarı Erdal Beşikçioğlu'nun oyunculuğu ve karizmasından, ne kadarıysa "la" yerine çok kabaca "lan" denmesinden kaynaklanıyor bilemiyorum.
Ölümsüz/Sadık Yemni: Pisi'ciğimin güle güle kitaplarından Ölümsüz'ü okumaya yeni başladım. O yüzden yorumu sonraya saklıyorum. Şimdilik ilginç diyebilirim.
Subscribe to:
Posts (Atom)