Sunday, August 8, 2010

Turkish Ordeal'dan alıntılar-Türkçe çeviri

Ben şu yazımda Halide Edib'in Amerika'da yayınlanan anıları Turkish Ordeals'dan alıntılar vermiş, anlamayan olursa Türkçe'ye çeviririm demiştim, istek geldi, ben de görevine sadık bir blog sahibesi olarak çeviriyorum.

Sayfa 80:

"Hayat sinemadan çok da farklı değil. aralarındaki tek fark film izlerken insanın daha çok heyecanlanması." 
Atatürk'ü ilk gördüğü günkü izlenimleri, sayfa 90:

"Onun aklı tıpkı bir lamba gibi iki taraflı. Bazen yanıyor ve göstermek istediğini size kör edici bir keskinlikle gösteriyor, bazen de dolanıyor ve karanlıkta kayboluyor." 

Çerkez Ethem Türk askerlere yardım ettiği için Türk ordusunun koruması altında olan biri hakkında ölüm kararı çıkmasını istiyor. Halide Edib ve İsmet Paşa söz verildiği gibi adamın korunmasını istiyor, ama Atatürk Ethem'i onurlandırmak ve isteğini yerine getirmek istiyor, sayfa 111:

"O (Atatürk) bizim durumumuzda merhamet, acıma ve duygusal ahlakçılık gibi şeylere yer olmadığını; bu sözden dönmek konusunda vicdan yapmanın bir zayıflık belirtisi olduğunu, böyle şeyler düşünen insanların hiçbir zaman kazanma şanslarının olmadığı beyan etti. Düşmanlarımızı dize getirdikten sonra, söz verilmiş olsun olmasın, yapmamız gereken tek şey onları öldürmek; ölüler sorun çıkaramazlar."
"Ancak şu anda bu sözlerin ne kadar belirleyici olduğunu ve kurmayı düşündüğü ve başardığı hükümeti simgelediğini fark edebiliyorum. Yine de o zaman bile onun ne kadar Ethem'e benzediğini, toplumun kaderini değiştiren insanların ne kadar zalim, ilkelce pratik olduğunu ve eski idareleri ne kadar kolay yıkıp bir ülke üzerinde kendi iktidarlarını kurabildiklerini görebilmiştim. Ve her ne kadar Mustafa Kemal Paşa'nın şu anda da yönetiminde devam eden düşünceleri sayısız taraftar bulsa ve bu düşünceler kısa vadede başarı getirse de, uzun zamanda insanlara kendini güvensiz hissettirecek ve ahlak yüzünden olmasa da güvenlik yüzünden insanlar bu düşüncelere karşı ayaklanacaklar."
sayfa 118:

O ilk aylarda ve sonraki yıllarda onunla birlikte yaşadığım kısa kriz anlarında her zaman ayık ve kişilik olarak doğru biriydi. Ve önündeki engelle tamamen baş edebilen biri. Ama insan doğasını izleyen biri,  o zamanlarda, ya da şimdi ki yaşam şeklinde, onun ahlaki olarak anormal biri olduğunu kabul etmek zorundadır. O hiç bir zaman sıradan insan ahlakını kabul etmedi ya da buna gerek olduğunu düşünmedi. Ahlaki ideallerle hareket eden ve bunların ciddi standartlarına sadık kalan insanları ya hocalar gibi ikiyüzlü ya da, eğer gerçekten böyle yaşayan ve bu kurallara uyan bir kaç kişi varsa, deli olarak görüyordu.
"Ama Mustafa Kemal Paşa'nın kişiliğindeki en karakteristik nokta onun kalpsizliğidir. Bu özellik o dönemde planlarını insanı zayıflıklara kapılmadan yerine getirebildiği için ona nüfız sağlamıştı. Ve acıma, şefkat, fedakarlık gibi hisler onun için işlevsiz zayıflıklardı. İnsan hayatının karmaşık planında onun için önemli olan zeka ve kişisel çıkarlardır. Ruhsal ve her günlük çıkarımlarla açıklanamayan her şey onun için önemsizdir. Zeki adam bu zayıflıkları olan diğer insanları kullanır, ama kendisi bu arada materyalist ve kalpsizliğine devam eder. Ama burada da bir paradoks var. Çünkü Mustafa Kemal Paşa batıl inançlıdır.  Kehanetler onu derinden etkiler. Ona bir kahinin yolladığı üstünde Arapça büyü yazıları olan yeşil bir kumaşı masasının arkasındaki duvarda asılı olduğunu hatırlıyorum. Ve sürekli taraftarlarının rüyalarını sorardı. bu taraftarlarda her zaman onun zaferini anlatan güzel rüyalar görmeyi becerirlerdi.
 Komünizm hakkında, sayfa 126:
"... onlar insanları Komünist olanlar ya da olabilecekler ve olmayanlar diye ikiye ayırıyorlardı ve hepsi için ayrı yargı kuralları vardı. Burada yeni bir sınıf ayrımı, yeni bir yargı, yeni bir engel dağıyordu: belki ırk ya da din ayrımı gibi değil, ama yine de bir engel."
Kemalistleri epey kızdıracak bir bölüm, sayfa 129:

"Canlı bir insan değildi. Ve onu hükmedici bir figür haline getiren de en çok bu özelliğidir. Sokaktan kurnaz, bencil ve ilkesiz herhangi bir insanı alın, ona bitmez tükenmez isteklerini yerine getirmek için her türlü kötülüğe başvurabilecek histerik bir kadının yapmacıklığını ve ısrarcılığını ver, ve ona bulabildiğin en büyük büyüteçle bak, Mustafa Kemal Paşa'yı görürsün."
Atatürk'le ilk kavgaları, sayfa 130:
Bu konuda o kadar kesindi ki, sadece olayı canlı olarak hatırlamakla kalmıyorum ama söylediği her şeyi kelimesi kelimesine hatırlıyorum. Bu sefer hayatının nedeni açıkça ortadaydı ve söylediği şey, son derecede basit bir şekilde söylemek istediği şeydi.  
"Söylemek istediğim şu: Herkesin benim istediğim ve emrettiğim gibi davranmasını istiyorum." "Zaten söylediğiniz esas her şeyi Türk Halkı'nın iyiliği için yapmadılar mı?". Sorumu geçiştirdi ve aynı acımasız dürüstlüğüyle devam etti. "Ben herhangi bir değerlendirme, eleştiri ya da öneri istemiyorum. Sadece kendi istediğim şekilde davranırım. Herşey emrettiğim gibi gitmeli"
 "Ben de mi Paşam?" "Sen de". Sonsuz dürüstlüğü eşit derecede bir dürüstlüğü hak ediyordu. "Amacımıza hizmet ettiğini düşündüğüm sürece size itaat eder ve istediğinizi yaparım" "Her zaman bana itaat etmeli ve istediğimi yapmalısın" durumu göz ardı ederek sözlerini böyle tekrarladı. "Bu bir tehdit midir Paşam?" diye sordum sakince ama kesin bir şekilde. "Özür dilerim", dedi, "Sizi asla tehdit etmem".
sayfa 217:

" Mustafa Kemal Paşa, daimi ve körcesine parlak bir zekası olmasına rağmen, karakterinde ve huyunda eğer İsmet Paşa ve Fevzi Paşa bunları dengelemese davamız için ölümcül olabilecek hatalara sahipti. Mustafa Kemal Paşa sert ve kişisel sınıflandırmalar konusunda çok kıskanç biriydi. Kadere etki eden çoğu insan gibi, kendisine dokunmayan bir alanda bile olsa kimsenin toplumsal olarak dikkat çekmesini istemiyordu: Bu his o kadar güçlü bir kırgınlık haline geldi ki, kendini yeterince güçlü hissetttiği anda bu bir kıyıcılığa dönüştü. 
Cephede, sayfa 223:
"Cephede savaş oyununu oynandığı gibi görürken, içimdeki canavar, sonradan hastanelerde sonucun ne olacağını unutup bundan herkes kadar çok zevk alıyordu. İnsanların gittikçe daha yakına geldiğini görebiliyordum, ve ön sırada düşen ve kırılmış olarak orada kalanların düşüşünü ve tüfeklerle parçalanmasını görebiliyordum. Tıpkı karıncaların yuvalarının yakınındaki küçük sarı tepelerdeki yürüyüşlerine çıkıyorlarmış gibi. Onların dumanın ardından tekrar ayağa kalkamayacaklarını fark ettiğimizde gözümüzü gerçeğe açıp bu aptal ve sakar ölüm oyununa lanet ediyorduk, devam edemeyenler için üzülüyordum."
Kitaptaki en sevdiğim bölüm, cephedeki bir subay bir yabancı gazeteciye emri altında bir kadın ulaşım elemanı olduğu için övünmesi ve bu kadının hisleri, sayfa 241-242:
"Ah kızım", dedi, "Silahlardan nefret ediyorum. birine dokunduğumda bir yaprak gibi titriyorum. Benim silahlarla ne işim olur ki? Ben askerleri seviyorum ve onlara hizmet etmek istiyorum. Niye benim silahla fotoğrafımı çekmeleri gerekiyor? Nasıl olsa çekerlerken titreyip duruyorum, yavrum, komutan her konuştuğumda dizlerim titriyor..."
"Sana karşı kötüler mi, anacığım?"
"Hayır, hayır, ama beni sanki eğlencelik bir şeymişim gibi her konuğa gösteriyorlar. Ben daha çok komutanın yardımcısı beyaz sakallı yaşlı adamdan korkuyorum. Konuştuğunda bağırıyor, yanında bir kamçı taşıyor ve onunla askerlere vuruyor. Bu günlerde asker kaçaklarını çok hırpalıyorlar... zavallı kuzucuklar, kalbim onlar için kan ağlıyor. Hiç bir şey iyilikle yapılmıyor. Selçuk ne zamandüşmandan temizlenecek? Bu kampta korkudan başka hiç birşey yok. Bunlara askerlerin ve körleşmiş ülkemin hatrına katlanmak zorundayım."
sayfa 261:

"Sultanların kutsal gücü vardı- ve artık çürümüştü: biz güçlü insanların efsanesini yaratacağız, soyla değil kabiliyetle hükmedenlerin efsanesini. Doğal olarak Güney Amerika cumhuriyetlerinde görünen türden bir hükümet şekline yöneliyorduk- değişken ve güçlü insanlara bağımlı bir hükümet: 'General X tahta, o zaman General Z dağlarda olmalı' türünden bir şey. Sultanlar öldü, çok yaşasın paşalar." 
İzmir zaferinden sonra, sayfa 270-271:

Ne kadar zor günlerden geçtiğimiz düşünüldüğünde, Mustafa Kemal Paşa'nın coşkulu sevincini görmek neredeyse dokunaklıydı.
"İzmir'i aldıktan sonra dinlenirsiniz, Paşam, çok mücadele ettiniz." "Dinlenmek mi, ne dinlenmesi? Yunanlardan sonra birbirimizle savaşacağız, birbirimizi yiyeceğiz"
"Neden?" diye sordum. "Yeniden yapılanma için yapmamız gereken çok şey var."
"Ya bana karşı çıkanlar ne olacak?" "Ama bu bir ulusal mecliste doğal bir şeydir". Şakacı bir ses tonuyla konuşuyordu, ama ikinci gruptaki (dönemin muhalefet partisi) isimlerden bahsederken gözleri tehlikeli bir şekilde parlıyordu. "Onları halka linç ettireceğim. Hayır, dinlenmeyeceğiz, birbirimizi öldüreceğiz."
"Bu sözler onun huyunu açıklayıcı sözlerdi. O birşeyler yapmalıydı, dünyayı şaşkına çeviren eşsiz bir oyuncu olarak sahnede olmalıydı- başkaları ve kendisi için tehlikeli bir oyuncu. İzleyicilerin hissedebileceği her şeyi vermeliydi -korku, merak, hayranlık. Ve sahnede kendisi dışında yalnızca gölgeler olmalıydı, kendi isteğiyle çağrılan ve geri gönderilen gölgeler, sadece gösteriyi gösteri yapmak için- daha fazlası için değil. Belki de o kadere hükmeden ve özelliği entellektüel başarıda değil tahtlar ve güçlerde olan diğer adamlardan o kadar da farklı değildi. O anda garip bir şekilde Yeşaya'nın Tanrı tanımlamasını aklıma getirdi, yükselen hiç bir şeye katlanamayan bir Tanrı, bu insanlar, ağaçlar ya da dağlar olsa da".
İzmir zaferinden sonra, Yunanlıların Türklere yaptığı gibi, Türk askerlerlerinin topraklarımızda kalan Hristiyan kadınlarına taciz etmesini isteyen Anadolulu kadınlar üzerine, sayfa 276:

"Yaralarının zamanla iyileşemeyeceğini hissediyorum; onların üzerinde kuluçkaya yatacaklar, aynı tutkulu şekilde onları inceleyecekler. evet, bu ruh hali kesinlikle Batı'nın sabitliği ve kinciliği; bu Doğu ruhunun olgunluğunu, göze çarpmayan anlayış ve bağışlayıcılığına sahip değil. Bu kadınlar Batının çok uzun süredir Doğuya öğretmek istediği çirkin nefret dersini öğrenmişlerdi. 


Biraz hızlıca çalakalem bir çeviri oldu, ama umarım işe yarar.

1 comment:

Anonymous said...

Yani açıkcası objektif olarak okudum ve şu kanıya vardım, Halide Hanım'ın, Atatürk ile anlaşamadığı, tartışmalar yaşadığı, uyum sağlayamadığı ve ardından bu tarz sözlere geçtiğini hissettim. Sinirle yazılan şeylerin doğruluğundan veya ne kadar doğru olduğundan şüphe etmek gerek diye düşünüyorum. Acaba araları iyi olsaydı ve milletvekili veya başka iyi bir konumda olsaydı bu şekilde yazar mıydı acaba ? Türk Ocağının ve Halide Hanım'ın milli mücadelede yeri önemlidir ancak aralarında ki kişisel meseleleri kendi gözünden anlatmak yerine kendi mücadelelerini anlatmasını ve onu okumayı tercih ederdim. Halide Hanım da da Atatürk kadar lider ruhu olduğunu ve 2 lider ruhlu insanın anlaşmasının mümkün olmadığını görüyorum, birisi Amerika'ya güvenerek Amerika ile birlikte bir yol çizmek istemiştir, Atatürk ise yakın çevresi ve milleti ile birlikte bu yola girmiştir. Birbirlerine yazdıkları telgraflarda buna rastlamıştım, Halide hanım Amerikadan destek alınması gerektiğini söylüyordu ve Atatürk te onların çıkarsız yardım etmeyeceklerini , ne çıkarları varda yardım etmek istiyorlar, bunu kabul edemeyiz diyordu.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails