Thursday, August 20, 2009

Sırça Fanustakiler Üzerine Bir Deneme- Aylak Fanzin İçin

SIRÇA FANUSTAKİLER ÜZERİNE BİR DENEME





Dünya edebiyat tarihinin her döneminde karşımıza, çağının ötesinde özgür kadın figürleri çıkıyor. Bu kadınlar kendilerine biçilen kızlık-karılık-annelik rollerini aşıp bir birey olma savaşı içine giriyorlar ve sosyal rol dağılımında ‘fiziksel güç’ hilesine yenilerek ikinci plana itilen kadınlar, yüzyıllardır tutsak edildikleri ataerkil düzeyden sıyrılmaya çalışıyorlar. Her gün yanınızdan geçen binlercesi, çağlardır bu çarkın dişlileri arasında ezildiğinin farkında olmadan günlük işlerinden arda kalan zamanı da altın günleri ve pembe dizilerle öldürebilirler. Emin olun ki her çağda, kendine verilenle yetinmeyeni yeniyi, daha iyiyi arayan birkaç kadın çıkacaktır.
Ama bu kadınlar erkeklerin küçümseyen vurgusuyla ‘feministlik’e soyunup, erkek olmaya öykünmüyorlar. Onlar kadınlıklarının ve bunu getirdiği zayıflıkların(doğum, bebeğe bağımlı olma vs.) benimseyerek toplumda kadın bir birey olarak var oluyorlar. Bu kadınlar yazıyor, çiziyor ve dünyaya bir düzine çocuk dışında bir miras bırakabilmek için uğraşıyor.

Yıl 1882, Londra’dayız. Victoria döneminin ünlü yazarı Sir Leslie Stephen’ın kızı Virginia Stephen(Woolf) dünyaya gözlerini açıyor. Kadının tamamen ikinci plana atıldığı Victoria İngilteresi’nde babasının özgürlükçü düşünceleri sayesinde iyi bir eğitim alan ve öyküleri yayınlanan Virginia, çağdaşlarına göre birey olma mücadelesinde oldukça öne geçmiştir. Ama yine de on üç yaşından beri tuttuğu günlüklerinde babasının yazarlığının kendi yazımını baltaladığından sık sık şikayet eder. Yani erkek yazar kadının önüne geçmiş durumda.
Yedi yaşında üvey dayısı tarafından tacize uğrayan Virginia bu günden sonra cinsellikten iğreniyor ve bunu yalnızca çocuk doğurmak için katlanılması gereken bir işkence olarak görüyor, bu da onun yaşam boyu sürecek ve bazı dönemlerde onu deliliğin sınırına itecek buhranların temelini oluşturuyor. Çocuk yapma isteği de hayatı boyunca kendisinin aynı zamanda koruyucusu olmuş kocası tarafından, akıl sağlığını kötü etkileyeceği korkusuyla reddediliyor. Özellikle bu dönemden sonra Virginia kitaplarında kadınların erkek egemen dünyada ayakta kalma çabalarını yazdı ve bir çok kadın hareketinde ön sıralarda yer aldı.

Ruhsal çöküntülerini yazarlığının itici gücü olarak gören Virginia, en sonunda aklını tamamen yitirme korkusundan kaçışı ceplerine taş doldurup kendini Ouce ırmağına atmakta buldu. Kocasına bıraktığı mektupta eylemini:”Senin yaşamını berbat etmeye devam edemem. Yapabileceğim en doğru şeyi yapıyorum...” diye açıkladı. Toplumun baskısı ve ruhsal çöküntülerinin yarattığı krizlerle halüsinasyonlara uzun süre göğüs gerip yaşamla savaşan Virginia hâlâ kadın aktivistlerinin gözünde bir ilahe olma statüsünü koruyor ve kitapları hâlâ kadının bireyleşme sürecinde itici güç vazifesi görüyor.

1932 Amerikası’nda, aradan neredeyse bir asır geçmişti, ama kadınların yaşamak zorunda kaldıklarında değişen pek de bir şey olmamıştı ne yazık ki! Kadınlar artık iyi bir öğrenim görüyor, hatta öğretmenlik gibi bazı saygın mesleklerde de çalışabiliyorlardı. Ama yine de bu sözde özgürlük onları erkeklerin gölgesinde kalmaktan kurtaramıyordu. Üniversitelerde eğitim alan kadınlar ileride iyi mevkilere gelecek kocalarını partilerde utandırmayacak kültür düzeyine getiriliyor; kendilerine edebiyat, tarih, coğrafya derslerinin yanında bir kadının “öğrenmeden yaşamayacağı” zerafet dersleri veriliyordu.

İşte Sylvia Plath’ın gözlerini açtığı dünya! Babasını sekiz yaşında kaybeden Sylvia, döneminin kadın rolüne kendisini fazlasıyla kaptıran annesiyle sürekli bir çatışma içinde büyüdü. Kızının iyi bir eğitim almasına önem veren annesi, aynı zamanda ona münasip eş adayları arama derdine düşmüştü. Sylvia şiirlerinin toplumca ciddiye alınmamasını ilk annesiyle yaşadı. Bir kadının edebiyatla uğraşmasını zaman kaybı olarak değerlendiren annesi onu sıkça “mesut bir yuva kuran” akranlarıyla karşılaştırıp, babasının ölümüyle aralarında açılan uçurumu gittikçe derinleştirdi. Bütün bu anlaşmazlık ve sorunlar Sylvia’nın F.O. Connor’ın yazarlık derslerine kabul edilmemesiyle doruk noktasına ulaştı ve Sylvia uzun bir süre bir klinikte depresyon tedavisi gördükten sonra, ilk intihar girişimini gerçekleştirdi.

İçinde bulunduğu bunalımının kurtuluşu yine edebiyatta buldu ve 1953 yılında, kadınların üzerine çöreklenen baskıyı simgeleyen otobiyografik ‘Sırça Fanus’u yayınladı. 1955’te Boston Üniversitesi’nden mezun olup başarı bursuyla Cambridge Üniversitesi’ne girdi ve kısa bir süre sonra kendisi gibi bir şair olan Ted Hudges’le evlendi.

İlk başlarda iyi giden bu evlilik, kendi kitapları “kadın olduğu” gerekçesiyle basılacak editör bulunamazken kocasının kitaplarının büyük başarıya ulaşmasıyla sarsılmaya başladı. Daha sonra doğan üç çocuğuyla Sylvia artık ev işleri ve çocuk bakımından arta kalan zamanda da kocasının şiirlerini temize çekmekten kendi şiirine vakit bulamayan bir ev kadını haline geldi. Anne/özgür kadın rolleri arasında sıkışan Sylvia, sürekli bir suçluluk duygusu altında ezilmeye başladı; çocuklarıyla ilgilenmeyip yazsa da, yazmaya hiç vakit bulamasa da benliği haline gelen bu rollerden birini ihmal etmiş oluyordu. Ted Hughes’un ihanetini öğrenerek ruhsal durumu iyice bozulan Sylvia, kocasından ayrıldıktan üç ay sonra son şiir kitabı Ariel’i bitirerek, 1963 Şubatı’nda çocuklarına süt ve kurabiye bırakıp kapılarını sıkıca kapadı. Soğukkanlılıkla kapıdan içeri gaz sızmamasını sağladıktan sonra, kafasını fırına sokarak, üçüncü ve son intiharını gerçekleştirdi.

Belki de bu intiharın en acıklı yanlarından birisi; intiharından sonra Ariel’deki şiirlerin Ted Hughes tarafından tekrar düzenlenip basılmasıydı. Sylvia’dan iyi bir şair olduğuna inanan Ted Hughes, onun kararlarını hiçe sayarak şiirlerini değiştirmekte hiçbir sakınca görmemişti. Erkeğin egemenliği Sylvia’yı mezarında da rahat bırakmayacaktı anlaşılan. İşin tek rahatlatıcı yanı, bu hareketten sonra hayranlarının mezar taşındaki ‘Hughes’ soyadını silmesiydi.

Türkiye’deyse bu kadın buhranları ve bireysel arayışlarından en çok etkilenen ve edebiyat dünyasında adından en çok söz ettiren kadın kuşkusuz Nilgün Marmara’dır. Boğaziçi Üniversitesi Batı dilleri ve edebiyatı bölümü için hazırladığı bitirme tezinde Sylvia Plath’i ve intiharını derinlemesine irdeledi. (Sanatsal yaratımla intihar arasındaki bağıntı; Sylvia Plath şiirlerini ve ölümünü nasıl yaratıyor.) Bu araştırmanın da etkisiyle şiirlerinde Sylvia’nın düş ve gerçek arasındaki köprüyü yıkan üslubunu benimsedi ve bu şiirleri ölümünün ardından 1988’de ‘Daktiloya Çekilmiş Şiirler’ adıyla yayınlandı. (Yani bir sanatçı daha, alışık olduğumuz gibi ancak ölümüyle adından söz ettirebildi.)

1987 yılında kendini evinin balkonundan atan Marmara’nın ardından gelen polemiklerin ardı arkası kesilmedi. Kimi Sylvia Plath’in onun intihara sürüklediğini söyledi, kimi şuçu kocasına, kimi de dostu Ece Ayhan’a attı. Ama bir çoğu bu dedikodularla o kadar meşgullerdi ki, bu arada onun şairliğini anmayı unutuverdiler! Belki de Nilgün önceden görmüştü bu ikiyüzlülüklerin hepsini de günlüğüne aşağıdaki satırları ondan yazmıştı:

“Geliyorlar bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek... Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını-geliyorlar! Uyuyan arzunun düşün imgelemenin anlağın belleğin leş kokularını duymaya geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıklarına seviniyorlar canlıyız diye...”





Kaynaklar:

Edebiyat ve İntihar, Adem Eyüp Yılmaz
Sırça Fanus, Sylvia Plath
Sylvia Plath’in günlükleri
Kırmızı Kahverengi Defter, Nilgün Marmara
Daktiloya Çekilmiş Şiirler, Nilgün Marmara

No comments:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails