Thursday, August 20, 2009

Yazın Yolunda Kadının Çektikleri



“Eğitimsel oluşumların her aşamasında, kadın önce öğrenmek, sonra öğretmek, son olarak da eğitimin içeriğinde söz sahibi olmak için savaşmak zorunda kalmıştır. Bu sonuncu kademede ise henüz kalıcı bir başarıya ulaşılamadı”


Gerda Lerner’in ‘The Creation of Feminist Conciousness’ (s.45) adlı kitabında sarf ettiği bu cümle, tarihte yazmaya çalışan tüm kadınların karşısındaki en aşılmaz engeli kusursuz bir şekilde özetliyor. 16. yüzyıldan önce, asilzade sınıfı dışındaki çoğu kadın okumayı bile bilmiyordu. Dönemin ataerkil toplumu bu konuyu bir sorun olarak ele almadı, ne de olsa, bir kadının tüm amacı evlenmek ve çocuk doğurmaktan ibaretti, edebiyat ve siyaset gibi ‘ağır’ konular ise erkeklerin uzmanlık alanına giriyordu. Bu yüzden 16. yüzyıldan önceki dönemde sadece birkaç kadın yazar çıkabilmiştir; döneminin en önemli düşünürlerinden biri olmasının yanı sıra tarihteki ilk kadın yazar olan, ama bunun yerine isminin ‘lezbiyen’ kelimesine ilham vermesiyle tanınan Lespos’lu Sappho (M.Ö.650-M.Ö.590), Hıristiyanlık döneminin ilk dramacısı olan ve Orta Çağ’da sahneye konulan ilk oyunların yazarı Gandersheim’lı Hrosvit (930-990), Papa’nın danışmanlığını da yapmış olan Bingen’li Hildegard (1098-1179), edebiyattan geçimini sağlayan ilk kadın yazar olan Christine de Pizan (1364-1430) ve 17 oyunla 13 roman yazan İngiltere’nin ilk romancısı Aphra Behn.


17. yüzyılda kadınlar, her ne kadar tuhaf karşılansalar ve “mavi çoraplılar” gibi aşağılanmalara maruz kalsalar da, ilk kez, mürebbiye olarak profesyonel iş yaşantısına girmişlerdir. Üniversiteye kabul edilmeyen ve kendini entelektüel olarak geliştirilmesine imkan verilmeyen dönemin kadını, edebiyat açısından yalnızca ‘belles lettres’ olarak bilinen edebi mektuplarla varolabilmiştir.


Tarih boyunca kadın yazarların maruz kaldığı bir diğer önemli sorun da ataerkil edebiyat çevresinin kadın yazınına karşı takındığı tavırdır. 20. yüzyıldan önce, bugün büyük ustalar olarak kabul görmüş kadınlar bile yazılarını bastıramamış-lardır; onlar için tek çözüm George Sand, Currel Bell, George Elliot ya da Brontë kardeşler gibi takma erkek adlarıyla basılmaktır. 17. yüzyıl yazarlarından Marie De Gournay’in dediği gibi:


“Özgürlük denen hadise ciddiye alınmak, entelektüel ve artistik gelişme imkanına sahip olmak ve başarıdır- kadın yazarların, adsız da olsa yayınlanmak için verdiği çabalardan pek de farkı olmayan temenniler...” (Kelly, 84)

Ataerkil sistem, erkeklerin ihtiyaçları ve görüşleri üzerine kurulmuştur; bu sisteme uygun yaşayan kadın, evde kalıp çocuk bakar. Kadının toplumdaki bu rolü, temelde iki cinsiyet arasındaki fiziksel farklılıklara dayanır. Tarih öncesi çağların kavim yaşantısında, kadın, özellikle hamile olduğunda, erkekten fiziksel olarak zayıf olduğundan bir iş bölümüne gidilmiştir; erkek avlanırken, kadın ‘ev’de tarımla uğraşır ve çocuk bakar. Bu, o çağlara göre adil bir iş bölümüdür; çünkü yerleşim merkezinin dışında görülecek işler tehlikeli ve fiziksel anlamda zorlayıcıdır, hem de bebekler kadınların sürekli bakımına muhtaçtır. Sorun bu anlayışın, iş ortamının tüm tehlikelerinin ortadan kalktığı çağlarda bile, toplumsal bir norm olarak kabul edilip, daha az baskılayıcı bir döneme geçilmiş gibi görünse de, güçlü ve değiştirilmesi zor bir gelenek olarak kadınları ezmeye devam etmesidir.


Profesyonel bir yazar olmaya çalışan kadının önce toplumda aktif bir role sahip olabilmesi gerekir. Bu yolda en büyük düşmanı ise geleneklerdir. Kadınlara profesyonel iş yaşantısına girme imkanı veren olaysa Sanayi Devrimi olmuştur. Yıllardır hiçbir sonuç elde edemeden özgürlükleri ve hakları için savaşan kadınlar, mevcut eril iş gücünün endüstriyel alandaki hızlı gelişimi karşısında yetersiz kalmasıyla, profesyonel toplum yaşamına aktif olarak katılma fırsatını elde etmişlerdir. Çok büyük bir gelişme gibi görülse de, bu yeni özgürlük ancak alt sınıf kadınları için geçerlidir. Orta sınıfa mensup bir kadının çalışmasıysa, 20. yüzyıla kadar, ancak mürebbiyelikle mümkün olabilmiştir. Her ne kadar, bu yolla bir kadın geçimini sağlayabilse de, “hiçbir iş güvencesi olmadan ve en düşük ücretle çalışmanın yanı sıra, evde hizmetçiyle aile üyesi arasında garip bir konumda yaşamak zorundadır” (Northon Anthology of English Litterature, 903)


Charlotte Brontë’nin ‘Jane Eyre’i, Viktorya İngilteresi’nin kadınlara uyguladığı baskıyı en iyi anlatan kaynaktır. Bu kitapta Brontë cinsiyetlerin eşitliğinden çok, onların benzerliklerini vurgulamak istemişse de, Jane Eyre, çoğu eleştirmen tarafından ilk feminist kitap olarak görülür. Kitap ayrıca, birinci tekil kişiyle yazılmasının tün avantajlarını kullanarak, döneminin kadınlarının duygu ve düşüncelerine ışık tutarak edebiyat tarihinde önemli bir yer kazanır. Alttaki alıntıda, Brontë toplumun kadına bakışının içinde yarattığı gelgitleri, Jane Eyre’in sesiyle ustaca dile getirir:


“Bir makine mi olduğumu düşünüyorsun? Yoksa hissiz bir mekanizma mıyım? Sence, fakir, gösterişsiz ve küçük olduğum için, aynı zamanda kalpsiz ve ruhsuz muyum? Yanılıyorsun... Benim de bir ruhum var- ve en azından seninki kadar büyük bir kalbim...- Şu anda seninle ne geleneklerin, ne de ölümlü etimin vasıtasıyla konuşuyorum... Ruhum, senin ruhuna sesleniyor; sanki ölmüşüz de, Tanrı’nın karşısında –tıpkı olması gerektiği gibi- eşit olarak duruyormuşuz gibi” (Brontë, 252)

Jane Eyre, ayrıca döneminin kadının üzerinde kurduğu baskıyı en güçlü sembolize eden kitaptır. Jane, genç bir kız olarak ilk cezasını, uzaktan akrabası olan Reedsler’de, 14 yaşındaki evin küçük beyine karşı çıktığı için alır ve ceza olarak kırmızı odaya kapatılır. Canlı bir renk olsa da, kırmızı gösterişli görünen, ama gelenekler ve cezalar vasıtasıyla kadını baskı altında tutan toplumun rengidir. Jane bu odada geçirdiği zamanda, toplumdaki düşük konumuyla yüzleşmek zorunda kalır. Yetimhanede geçirdiği zamandan sonra, mürebbiyelik yaparak toplumda kendine bir yer edinmeye çalışır. Ama çalıştığı ev; ‘kadınların özgürlüğünü tökezleten toplumdaki ataerkil temellerin simgesidir.’ (Allignham, 1) Thornfield malikanesi, toplumda kendine bir yer edinemeyen kadınların sığınağı gibidir; evdeki tüm kadınlar ya Jane gibi asi, ya Grace Poole gibi ayyaş, ya da Bertha Mason gibi delidir. Erkek doktorlar tarafından deli damgası yiyen Bertha, ehlileştirilmesi gereken vahşi bir hayvan gibi kilit altında tutulmalıdır. Brontë, romanda Bertha karakterini yaratarak, topluma uymayı reddeden bir kadının başına neler geleceğini gözler önüne serer; erkekler onu deli olarak görür ve topluma zarar vermesini engellemek için bir deliğe tıkarlar. Bu o dönemde sıklıkla uygulanan bir yöntemdir; bir kadın basit bir depresyon geçirdiği için, hatta yalnızca toplumun beklentilerinden biraz farklı olduğundan ömrünü kilit altında geçirmek zorunda bırakılır. Bu yolla, hem ailenin diğer üyeleri onunla uğraşmak zorunda kalmaz, hem de bu çılgın kadınlar aileleri için utanç kaynağı olmazlar. Virginia Woolf da ‘Kendine Ait Bir Oda’da, aynı dönemlerde yazmaya çalışan bir kadının kaderini benzer şekilde öngörür:


“16. yüzyılda üstün bir yetenekle doğan herhangi bir kadın kuşkusuz çıldırır, kendini vurur ya da yaşamını köyün dışında bir kulübede, korkulan ve alaya alınan bir yarı cadı, yarı büyücü olarak geçirirdi. Çünkü üstün yeteneğini şiire dökmeyi denemiş bir kızın başkalarınca önüne çıkarılmış engellerin ve zorlukların altında ne kadar ezildiğini, öte taraftan kendi çelişik güdülerinin etkisinde bir o yana bir bu yana çekilip acı duyduğunu, bu yüzden beden ve ruh sağlığını bir ölçüde yitirdiğini bilmek için ruhbiliminden bir parça anlamak yeterlidir.” (Woolf, 60)

Mürebbiyelik ya da fabrika işçiliği, kadınlara ekonomik özgürlükten başka yenilikler de getirmiştir. Öncelikle, bir mürebbiye olmak için, belli bir eğitime sahip olmak gerekir, bu da 19, yüzyılın sonlarında, kadınlara önce kız enstitülerinde, sonra da kadınlara özel kolejlere giderek, neredeyse erkeklere denk bir eğitim alma imkanı tanımıştır. Bu mesleklerin kadınlara tanıdığı bir diğer yenilik ise; onlara haklarını savunmak için daha iyi bir ortam sağlamasıdır. Erkekler artık onların isteklerini tamamen görmezden gelemezler; çünkü kadınlar, ekonomi tarafından ihtiyaç duyulan üretici bireyler arasındaydılar. Sanayi Devrimi’yle birlikte, kadınlar önce ‘Fabrika Kanunu’nu(1844, 1847 ve 1850) çıkardılar, sonra da Kadın Hakları Dernekleri kurdular. Bu kuruluşların katkılarıyla, kendini erkeklerin himayesinden kurtaramayan ev kadını, 1870’deki ‘Eğitim Hakkı’ ve 1918’teki ‘Seçme Hakkı’ gibi, atalarının hayal bile edemeyecekleri haklara kavuştular.


Yine de, kadın edebiyatını ciddiye almayan ve onlara yazma ortamı tanımayan ataerkil toplum görüşü 20. yüzyılın ortalarına kadar, kadın yazarların karşısındaki en büyük engel olmaya devam etti. Bir kadın yazacak zaman bulsa ve Shakespeare kadar yetenekli olsa da, onu ciddiye alacak ve destekleyecek bir ortam bulması kolay olmuyordu. Kadınları yeteneksiz ve aptal olarak ithaf eden ve bu tezlerini kadınlar arasından hiçbir Shakespeare çıkmadığı ve çıkmayacağını söyleyerek kanıtladıklarını düşünen erkeklere yeterince katlanan Virginia Woolf, ‘Kendine Ait Bir Oda’da, Judith’i, Shakespeare’in hayali bir kız kardeş yaratır. Bu kardeş Shakespeare’e eş bir yeteneğe ve meraka sahiptir. Ama ağabeyinin aldığı eğitimi alması imkansızdır ve nadiren eline bir kitap alma fırsatı bulduğu zamanlarda, annesi tarafından bir iş verilerek kitabın başından kaldırılır. Judith de ağabeyi gibi oyun yazarı olmayı istemektedir, ama ailesi onun genç bir tüccarla evlenmesini daha yerinde bulur. Judith evlenmek yerine büyük bir şehre kaçar ve tiyatroda bir iş bulmaya çalışır. Maruz kaldığı hakaretlerden sonra, bir tiyatro sahibi tarafından kandırılır ve tek bir kelime bile yazamadan intihar eder:


“Konuşmamda sizlere Shakespeare’in kız kardeşinden söz ettim; ama onu Sir Sidney Lee’nin Şairin Yaşamı kitabında aramayın sakın. O, genç öldü ve ne yazık ki bir tek sözcük bile yazamadı. Şimdi Elephant ve Castle’ın karşısında, otobüslerin durduğu yerde yatıyor. Benim inancıma göre bu bir tek sözcük yazmayan, yolların kesiştiği yerde yatan kadın şair hâlâ yaşıyor. Benim içimde ve sizin içinizde ve bulaşık yıkayıp çocukları yatırdıkları için bu gece burada bulunamayan birçok başka kadının içinde yaşıyor. O yaşıyor, çünkü büyük ozanlar ölmez; her zaman var olmayı sürdürürler...” (Woolf, 135)

Virginia Woolf’un en önemli farkı, çoğu feminist meslektaşı gibi sadece sorunları saptamakla kalmayıp çözüm de önermesidir; ekonomik özgürlüğü olmayan kadın yazamaz; çünkü hem kendine yazacak zaman ve ortam yaratması çok zordur, hem de erkekler tarafından ciddiye alınmayacaktır. Bu kadınların yazdıkları sadece aşırı duygusal dünyasını ortaya serdiği, her türlü teknikten uzak bir günlük gibi algılanacak ve karşılığında takdir ya da beğeni yerine, yalnızca erkeklerin dudaklarındaki küçümseyici bir gülümseme alacaktır.


“Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!”

Kaynaklar

Allingham, Philip V. “Essay for English 3412”, Lakehead University, 26 March 2004

Brontë, Charlotte, “Jane Eyre”, Longman Ed. 1947

Encarta Encyclopedia

Kelly, Joan. “Early Feminist Theory and The Querelle des Femmes”, Signs, 1982

Lerner, Gerda. “The Creation of Feminist Conciousness”, Oxford University Press, 1993

“Northon Anthology of English Litterature”

Spender, Dale. “Women of Ideas and What Men Done to Them”, Pandora Press, 1982

Wilson, M. Katharina and Warnke, Frank J., “Women Litterature in the 17 th Century”

Woolf, Virginia. “Kendine Ait Bir Oda”, Afa Yayınları, 1988

No comments:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails