Samanyolu’nun dibinde, kolay bulunamayacak bir yerde küçük bir yıldız varmış yüzyıllar önce sönen. Gökyüzünde öyle önemsizce parlarken ne oldu bilinmez, birdenbire yeryüzüne kaymış, üç yaşından gün almış küçük bir erkek çocuğunun gözlerine.
Oğlan eve dönünce annesi ona neden bu kadar mutlu göründüğünü sormuş; çocuk da hiç gökkuşağı görmemiş kuytu ülkelerin dilinde annesine yıldızı anlatmış, ama kimseye inandıramamış.
Derken büyümüş kara gözlü küçük oğlan, yeşermiş. Tam çiçek açacakmış ki, gözünde parıltı olan bir sürü adam sarmış çevresini. Ama bu parıltıları yayanın gökyüzünden kayan küçük yıldızlar olmadığı belliymiş, bunu herkes fark edebilirmiş; siyah soğuk parıltılarmış bu adamların gözlerindekiler; sanki bir alevin gölgesi bütün gözlerini sarmış gibiymiş. Gözlerindeki ateş ellerine düşmüş; balta olmuş, silah olmuş. Silah ölüm kırmızısı kan olmuş; can almış.
Geceden de siyah bir gölge de çoktan unutulmuş diyarlardan birinin üstüne çökmüş; savaş olmuş. Bulutlanmış birden gökyüzü; her zaman görünen yıldızlar bile görünmez olmuş.
Bir hırs birinin eline düşmüş; öldürmüş, gözleri geceden de kara çocuğu yere savurmuş, yıldızını söndürmüş. Kan kırmızısı yağmurun ardından ilk kez gökkuşağıyla ışıldamış tanınmamış iklimlerden biri; kara gözlü çocuğun onu görmesine izin verilmemiş. Gözlerindeki ufacık bir parıltı, elindeki bir ekmek kırıntısı tüm insanların öfkesini üzerine çekmiş ve neredeyse çiçek verecek olan oğlan kaparken gözlerini, yüzlerce yıl önce sönen yıldız son kez sönmüş, çırpınmaya bile zaman bulamadan.
No comments:
Post a Comment