Tuesday, April 27, 2010
Muz Sesleri
Evde muz kalmamış, o yüzden kitap buzdolabına girmek zorunda kaldı...
'Muz Sesleri' bildiğiniz üzre Ece Temelkuran'ın ilk romanı. Doğrusu bu kitabı duyduğumdan beri düşünüyorum, bir gazeteciden roman yazarı olur mu, olmaz mı diye. Cevap şu ki, illaki olmaz, yani birinin bir gazetede yazı yazması illa onun roman yazabileceğini göstermez. Ama tarihte çok fazla örneği de var, yani olur mu olur.
Gelelim Ece Temelkuran olmuş mu sorusuna. Öncelikle kitabın konusundan biraz bahsetmek lazım. Ece Temelkuran'ın birkaç yıldır kafayı Ortadoğu, özellikle de Lübnan'a taktığı malumunuz, dolayısıyla kitap için, Lübnan'da, değişik sınıf ve etnik gruplardan insan hikayeleri diyebiliriz. Hikayelerin içinde aşk da var, ama bu kitaba aşk romanı diyenlerin önce ilkokul edebiyat kitaplarını okuyup aşk romanı nedir tekrar anlaması lazım diye düşünüyorum. Esasında kitabın derdi, insan hikayeleri üzerinden Lübnan'daki siyasi havayı, biraz da geçmişi verebilmek. Bunu başarabilmiş mi? Bir anlamda evet, Lübnan'la çok ilgili olmayan birine Lübnan'ı anlatmakta başarılı, ama bunu tarih kitabı havasında yapmıyor, kronolojik bilgilere boğmuyor kitabı, bu yüzden de Ortadoğu'yu hiç bilmeyen biri belki kitap da biraz kaybolabilir. Yani demem o ki, eğer Temelkuran'ın derdi kitaptaki yazara söylettiği gibi Doğu'yu Batı'ya anlatmak, ama bunu Batı'dan değil Doğu'dan bakarak yapmak ise, Amerikalıların çok fazla bilgi alabileceğinden emin olamadım.
Birden fazla hikaye anlatan kitaplar ve filmler zaten her zaman biraz risklidir, eserin yapısını sıkı tutmazsanız hikayeler bin ayrı yöne gider, okuyucu da yönünü kolayca kaybedebilir. Ece Temelkuran da maalesef aynı tuzağa düşmüş. Kitabın ilk 100 sayfası, Oxford'da okuyan Deniz dışında (ki kitabın yürümeyen yanı o zaten, keşke hiç koymasaydı), çok güzel akarken, 150. sayfada Deniz'in tanışmasıyla ortaya çıkan ve bu kitabı yazmaya çalıştığı söylenen Ziad ise kitabın kırılma noktası. Kitap içinde kitap zaten dertli bir konu, bir de "Bu kitabı aslında ben Ece Temelkuran değil, Beyrut'lu Ziad yazıyor" demek zaten karışık olan olay örgüsünü boğuyor ve maalesef kitabı öldürüyor. Ondan sonra Beyrut'taki hikayeleri bırakıp Deniz'le Ziad'ın Paris'teki aşk macerasını okuyoruz. Bence Temelkuran bunu kitabı tamamen Doğu'da geçirmemek için yapmış, ama tam o noktada Batı'dan bakmış işte, belki de Batılı okuyuculara tanıdık birşeyler sunmak için bir çaba bu, eğer öyleyse daha kötü. Zaten bu Deniz karakteri "Ortadoğuya sırtına dönmeyen solcu aileden gelme Batılı genç kızımız" olarak sırtına çok fazla sıfat taşıyor, bu da onu sevimsiz ve gerçek olmayan bir karakter yapıyor. Ziad ise daha beter, Ortadoğu'dan gelme Batı'da yaşayan entellektüel. Berlin'de bir kaç böyle kişiyle tanıştım, sürekli ülkelerinden bahsederler, kafalarında herşeyi çözmüş Ortadoğu uzmanları gibi konuşurlar, ama biraz altını kazısanız Ortadoğulu kompleksinden kurtulamamış olduklarını görürsünüz, eğer biraz bilginiz varsa da, söylediklerinin nasıl büyük palavralar olduğunu anlarsınız (bahsettiğim tip gözünüzde canlanmadıysa, herhangi bir haber kanalında çıkan herhangi bir entelimize bakıp daha iyi anlayabilirsiniz.) Bilmiyorum Ece Temelkuran da benimle aynı bakış açısından mı yaratmış bu iki karakteri, ama neden yaratmış olursa olsun, hem yapı yönünden hem de karakter özellikleri yönünden kitaba çok zararları olduğunu söyleyebilirim. Zaten eğer amaç karmaşık bir ülkeyi sorunları ve tarihiyle anlatmaksa, olayın içinde olan ve gerçeği dışarıdan biri gibi göremeyen, kendi bakış açısı/inancı ve hayatına saplanıp kalmış karakterler, daha karışık da olsa, daha iyi bir resim çizer diye düşünüyorum. Yani Ece Temelkuran bu batılıları işin içine sokmasaymış, gayet iyi bir kitap çıkacakmış.
"Of ne kötü kitapmış bu o zaman!". Öyle değil aslında. Kitabın iyi yönleri de var, dediğim gibi ilk 150 sayfa iyi yazılmış, hikayeler ilginç, karakterler inandırıcı, Beyrut'u gerçekten insana yaşatan bir kitap. Özellikle Filipin'den zamanında Beyrut'a hizmetçilik yapmaya gelmiş annesiyle Şatila Kampı'nda tanıştığı babasına dair bir iz aramaya gelen Filipina'nın hikayesi çok iyi bir hikaye, hem dramatik açıdan, hem de tüm Lübnan tarihini içinde barındırması açısından. Bu hikayenin babasının ona yazdığı mektuplar aracılığıyla kitabın aralarına serpiştirilmesi de iyi bir yöntem. Dediğim gibi, keşke kitap böyle devam etseydi, hatta sadece Filipina'nın hikayesi bile kitabı tek başına götürecek güçdeydi.
Ece Temelkuran'ın yazma tarzına gelince. Bazı yerlerde gözlemleri hoşuma gitti, ama bazı yerlerde de gazeteciliği yazarlığından üstün çıkıyor diye düşünmeden edemedim. Bir de çok fazla benzetme-metafor kullanması meselesi var. Bazı yerlerde semboller o kadar insanı yoruyor ve o kadar hiçbir yere gitmiyor ki... Bence sembol ve benzetmeler sadece çok özel durumlarda kullanılmak için saklanan gizli silahlar olmalı, kitabın her yerinde kullanılınca, asıl kullanılması gereken yerde önemini kaybediyor, Ece Temelkuran'a da bunu önerebilirim (ah önerilerimi bir dinlese, oturup kitabın son yarısını baştan yazdırırdım, fıstık gibi de olurdu, -okuduğum her kitabın editörü olmak için içimde önlenemez bir istek var zaten). Ama dilinin başarılı olduğunu söylemeliyim, gözlemleri de, dediğim gibi, yüzeysel ve sıradan (turist) gözlemlerinin çok ötesinde.
Sonuç olarak ilk kitap için fena bir deneme olmasa da, özellikle ilk kitapta yapılmaması gereken bazı tuzaklara kurban gitmiş bir kitap diyorum.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment